YAZINSAL
UZAM’IN AKIL SIR ERMEZ,
HİKMETİNDEN SUÂL OLMAZ,
ENGEBELİ, KARLI VE KAYGAN YOLLARI...
Derrida "Edebiyat"ı geç dönem bir icât olarak tanımladıktan
ve onu demokrasi gibi geçici ve kırılgan 1rejimle beşik kertmesi yaptıktan
sonra değil, öncesinde de kimse ne Modern Edebiyatı klasiklere göre;ne de
İngiliz demokrasisini Yunan sitesine nazaran ileri görmüyordu. Kader bu!
Mesela "sabahları gazete okumanın bir ibadet olduğunu" yazan
Hegel gazetede okuduklarından çok memnun olsa gazeteci olurdu, ya da
ruhunu-dünyayı-insanlığı duayla kurtarabileceğine inansa, duasını eder, kenara
çekilir, fazla germezdi diyalektiği. Ama kadere-Tarih'e inanınca farklı...
Mesela Foucault Cervantes, Artaud, Kafka Mallarmé, Roussel dışında
yazarla ilgilenmez nerdeyse. Sınır teşkil eden yazar tarzlarıyla kendi
epistemik dönüşümlerini belgelendirdiği ölçüde ilgilenir. Filozof sanata, ebebiyata,
hoşa gidene, kültüre tavizsiz olmalıdır. Herşey eşit derece semptomdur onun
için.
Foucault Les Mots & Choses’da
sonlarda, birden Modern Edebiyat ile yeni antropolojik kıvrım epistemesi
arasındaki gizli bir paylaşımdan söz eder (kavram direk Levi-Strauss
yapısalcılığına aittir: partage disjonctif): Ayırıcı
paylaşım. LévStrauss’da bunun neye tekabül ettiğini bilenler hemen anlar: Yazın,
(geriye kalan) herşeyi içine alıp toparlar.
Diğer kampın dışarı attıklarının neredeyse tamamı lağım çukuruna akar
gibi Edebiyat Çukuru’nda toplanır ki gübre olsun, medeniyetin bilinçaltında
çalışılmaya devam etsin: Sonuç: Batı asla ne Platon'dan alıp sıkı düzenle
Husserl’e, Einstein’ın bombasına getirdiği ilmi ne de kendini Şark gibi ciddiye
almaz.
Batı bilinçli olarak (kritiğin de doğmasıyla) Edebiyatı şahsi bir şey
olarak ilk kez Romantiklerle kavrar: kendi Gökçe Yazın’ını (tragedya, trubadur,
şarkı, masal) ve de direk Pers Masallarını Kutsal Kitap meselleri dışında biraz
güncel ve inandırıcı kılınacak bir şeyler bulmak, eğlenmek için -Gutenberg'le-
büyük bir coşkuyla talan eder!
Halkın zaten karnavallarda yaptığını münasip ve edepli bir dille arz-ı
endâm eder, seyre sunar, söylenemeyecek olanı telaffuz etme, kıs kıs gülme,
bıyık altından göz süzme imkanını verir Edebiyat; bakir kızlar, mutsuz kadınlar
ve potansiyel aşık rolünde toy delikanlılar içindir...
Batı ilminin kendi tarihiyle devam ettirdiği ilişkinin şizofrenik bir
boyutunu da bugüne kadar gelen şu küçük işaretten (semptom, yara, suture, dikilen
yara) hemen anlamak lazımdır: ‘PhD’. Ne demeğe geldiği, düz Felsefe demek
olmaması dışında çok açık o şey nedir diye sormak lazımdır. Felsefe ise hadım
edilmiştir!
İmdi, ilk öğrenildiğinde tiksintiyle yüz buruşturulan eski rahatlatıcı
ilke (Osmalı’da olmayan Littérature'e Türkçe karşılık bulmada önerdiği Edeb-i-yat
kelimesi başarılı olan Şinasi) yazın'ın ahlâk yeri, edep yeri, ruhun terbiye
edildiği yer olmasının altını çizer : İşte o yüzden kapıcısı, müfettişi, editörü,
kritiği, celladı boldur!
Dünya eğer ters yüz olmasaydı (Klu Klux Klan, linçler, Kamplar, Vietnam,
Cezayir, Çin afyonu, Lenin, Mao, Prag işgali, 68, Soğuk Savaş, Berlin Duvarı,
Pretorya Rejimi, Körfez, Guantanamo, Lgbt) ABD üniversitelerinde adı sanı
anılmayacak Fransız dehâları Felsefe değil de Edebiyat Bölümü müfredatına masif
bir şekilde sokan da işte bu terazinin öteki kefesini dengelemek için "Ayırıcı Paylaşım" yasasıdır
Dünyada medeniyetler, dinler, ülkeler arası savaştan söz etmek çok
yanıltıcıdır: Dünya kurulduğundan beri bir "meslekler" savaşı
vermektedir. İş bölümü savaşı: Uzmanlık alanlarına göre, bu, savaşları coğrafi
olarak "lokalize" de edebilir ama; savaş her daim topyekûn savaş ve
tabii ki tanınma (reconnaissance)
savaşıdır.
Ancak adı ne olursa olsun, yazı, desen, dans bu şeyin terbiyesinin
alınacağı başka bir "espace" (Blanchot'nın "Yazınsal Uzam"
dediği şey), nefes alınacak başka hiçbir uzay parçası -Felsefe yani İlahiyat
dekonstrüksiyonu tamamlanmadığı takdirde- yoktur. Bu yer sakıncalıdır, karantinalıdır
Edebiyat da son çıkan ve çok satanlar olmadığına göre, Edebiyat
Kuramları vasıtasıyla aslında medeniyetin, dünyanın temel yönelim ve
arzularının ket vurulmasının uzun süren geleceğini belirleme yetisindeki tek
yer olan Üniversite de Devlet & Sanayinin (ve popüler kültürün
bayağılaştırmaları, gazetecilik lisanı, teknik ara elemanlık,vb.) el koyması
altında sığ kaynaklarıyla (kütüphane) egemen ve onun sermayesi tarafından işgal
edilmiş paylaşılmış bulunmaktadır.
*
Anlatı denilen şeyin iki indirgenemez yönü vardır: Öncelikle hoşa
gider, bizi gerçeğin kaotik yapısından konforlu bir gidimli imgesel düşünceyle
tümlenen anlamlı bir sekansa sokar; ama düpedüz yalan ve masaldır, kültüre
verilen taviz, yetişkine de çocuk muamelesi yapmak, aklın tembelliğidir
(sinizm).
Sanat kültür değildir, kültüre de hizmet etmez ; yoksa bu onun
sonu olur (bunu 'Dünya Resimleri Çağı'da Heidegger açıklamadan kısa geçer; şoke
olur okuyan: "Sanat, Estetik, ‘Kultur’ haline gelerek yok oldu!" Dehşet
tokattır bu! Oysa, sanatçı-izleyici gramerin ya da semiyolojinin
« tarihsel kısmı » olarak kültürü bilmeli ve namusluca sömürüp onu
tamamına (sona, kendi sonuna) erdirmelidir!
*
Biliyorsunuz, Unesco, "maddi olmayan insanlık mirası"...
Alanı daraltmamak için buna kültür bile denmiyor ki etnoğrafya müzeleri gibi
algılanmasın: yemeğin kendisi değil nasıl hazırlanıp paylaşıldığı... Sinema
ürünü de bir sonuçtur: Ardında ise koca
bir şehir, veya Yol filminde olduğu gibi hiçliğe uzanan karlar!
Ben şahsen Umut, Adak filmindeki gibi çok katmanlı kalabalık söylemler
çatışması epiğini severim. Bizi Tarkovski ekolüyle metafizik slav havasına
fazlaca soktular ve sonu Nuri Bilge Ceylan estetiği oldu. Güzel, bu kadar güzel
olma hakkına henüz sahip değil. Örselenmiştir o hep! (Narkissos)
Saltanat bârgehin kurdı yine fasl-ı bahâr/ Taht-ı Cemşîd çemen tâc-ı
Sikender lâle [Bahar mevsimi yine saltanat otağını kurdu/ Çemen Cemşid'in
Tahtı, lâle ise İskender'in tacıdır] –Bâkî.
Ece Ayhan: (Bâki'nin) bu
dizelerle doğa ile kurduğu mahrem ilişkinin bu kadarı yüz kızartıcıdır
Ece Ayhan'ın bu ifadeleri Günseli İnal'ın şiiri üzerine kaleme aldığı
bir yazının başlığı olarak görüyoruz. Bâki'ye yakıştıran ise ben. Zirâ Saray
şairi diye burun kıvırtılır Divan'a genelde. Günseli İnal Aspendos'da sahneye
konacak çapta trajik şairdir. Nilgün Marmara ise daha marjinal Dot'da!
Bir gün Sinema'dan çok daha sofistike olan plastik sanatlarda (videoart)
Yol'a
gönderme-alıntı gördüm (İstanbul Bienali, Curator: René Bloch). Yabancı,
misafir bir sanatçı: İstanbul’da bir erkek berberinde yüzü uzun uzun
köpürtülmüş müşterinin suratına makro odaklanmış, köpüklerin fırçayla dansını
çekiyor: Mest!
Eserin nihai anlamını asla bilemem, kimse de bilemez ama, o köpükler o
kadar uzun süre ekranda dans ediyor ki, Yol
filmindeki karlı yolların bitmek bilmez görüntüsüyle üstüste bindiriliyor ve müşteri bu masajdan
mest olurken dimağ başka manzaralarda gezmeye başlıyor: Fikirler nereye varmak
için neyi takip eder?
Sinemaya filmleri çok sevdiğimiz için mi yoksa sinema ortamlarını,
ritüelini sevdiğimiz için mi gidiyoruz ?
Ben bu hissiyatı şöyle ifade ediyorum: Sinema konusuz olmalı; bir tablo
veya heykelin konusu olur, ama onun beslendiği desenin rengin konusu gene
kendisidir: yani basma, yazma desenleri, dekoratif dokuma bezleri konusuz (altyazısız)
güzeldir: etraflarında bir ortak yaşarlık duygusu oluşur...
Pratikte bunu şöyle hayata geçirmeyi düşündüm; ama fikir pop, yani
yüzeysel, dekoratif eğlence kültürünün eline geçer diye imtinâ ettim. Mesela, Underground
sinemada son noktayı koyan dostum Frédéric Charpentier'ye sormuşlardı: Peki,şimdi
sinemada yapabileceğin ne kaldı? Christo gibi (Reichtag’ı) Haydarpaşa Garını
beyaz sargı bezleriyle sarmalamak ve ona filmini projeksiyon etmek mi! (Benzeri
bir şey yapıldı orada). Evet salonun dışına nasıl çıkarabiliriz sinemayı, çünkü
herkes yazlık sinemayı sever.
İnsanın dehâsı, anlatım kabiliyeti, söz dağarcığı, incelikleri bulup
çıkarma gözlem gücü, hitâp ettiği kültürün temel referanslarına hâkim olup
özümsemesi (veya reddini ifade etmesi) ve de yaratıcı, eleştirel, uyandırıcı
olması; her dile çevrildiğinde Tüm insanlığın içini biraz olsun umutla
doldurmasıdır Edebiyat! Ve Sinema, ve diğer ezeli sanatlar...
Bizim kültürümüzde ulaşım zordur; sürekli köstebek gibi kütüphanelerde
dehlizler, hendekler kazmak, yer üstünde nefes alacak bir zerre yer kalmadığı
yerde yeraltından usulca ilerlemek, toprağımın nabzını tutmak ama şerbetini de
hemen vermemek, bekletmek gerekir ki o obruk kendiliğinden açılsın şühedâ
fışkırsın, bir gece sabaha karşı Takiyeddin Dergâhının duvarlarında!...
Öyle de güzel mitlerimiz vardır, kutlu doğum sancılarıyla ilgili...
Sonrası ? Sonrası sürgün... Heimatloss. Tin’in her zamanki göçü, tasını tarağını alıp bu coğrafyadan göçüp
gitmesi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder