25.05.2020

YAZINSAL UZAMIN ENGEBELİ VE KAYGAN YOLLARI


YAZINSAL UZAM’IN AKIL SIR ERMEZ, 
HİKMETİNDEN SUÂL OLMAZ,
ENGEBELİ, KARLI VE KAYGAN YOLLARI...


Derrida "Edebiyat"ı geç dönem bir icât olarak tanımladıktan ve onu demokrasi gibi geçici ve kırılgan 1rejimle beşik kertmesi yaptıktan sonra değil, öncesinde de kimse ne Modern Edebiyatı klasiklere göre;ne de İngiliz demokrasisini Yunan sitesine nazaran ileri görmüyordu. Kader bu!

Mesela "sabahları gazete okumanın bir ibadet olduğunu" yazan Hegel gazetede okuduklarından çok memnun olsa gazeteci olurdu, ya da ruhunu-dünyayı-insanlığı duayla kurtarabileceğine inansa, duasını eder, kenara çekilir, fazla germezdi diyalektiği. Ama kadere-Tarih'e inanınca farklı...

Mesela Foucault Cervantes, Artaud, Kafka Mallarmé, Roussel dışında yazarla ilgilenmez nerdeyse. Sınır teşkil eden yazar tarzlarıyla kendi epistemik dönüşümlerini belgelendirdiği ölçüde ilgilenir. Filozof sanata, ebebiyata, hoşa gidene, kültüre tavizsiz olmalıdır. Herşey eşit derece semptomdur onun için.

Foucault Les Mots & Choses’da sonlarda, birden Modern Edebiyat ile yeni antropolojik kıvrım epistemesi arasındaki gizli bir paylaşımdan söz eder (kavram direk Levi-Strauss yapısalcılığına aittir: partage disjonctif): Ayırıcı paylaşım. LévStrauss’da bunun neye tekabül ettiğini bilenler hemen anlar: Yazın, (geriye kalan) herşeyi içine alıp toparlar.

Diğer kampın dışarı attıklarının neredeyse tamamı lağım çukuruna akar gibi Edebiyat Çukuru’nda toplanır ki gübre olsun, medeniyetin bilinçaltında çalışılmaya devam etsin: Sonuç: Batı asla ne Platon'dan alıp sıkı düzenle Husserl’e, Einstein’ın bombasına getirdiği ilmi ne de kendini Şark gibi ciddiye almaz.

Batı bilinçli olarak (kritiğin de doğmasıyla) Edebiyatı şahsi bir şey olarak ilk kez Romantiklerle kavrar: kendi Gökçe Yazın’ını (tragedya, trubadur, şarkı, masal) ve de direk Pers Masallarını Kutsal Kitap meselleri dışında biraz güncel ve inandırıcı kılınacak bir şeyler bulmak, eğlenmek için -Gutenberg'le- büyük bir coşkuyla talan eder!

Halkın zaten karnavallarda yaptığını münasip ve edepli bir dille arz-ı endâm eder, seyre sunar, söylenemeyecek olanı telaffuz etme, kıs kıs gülme, bıyık altından göz süzme imkanını verir Edebiyat; bakir kızlar, mutsuz kadınlar ve potansiyel aşık rolünde toy delikanlılar içindir...

Batı ilminin kendi tarihiyle devam ettirdiği ilişkinin şizofrenik bir boyutunu da bugüne kadar gelen şu küçük işaretten (semptom, yara, suture, dikilen yara) hemen anlamak lazımdır: ‘PhD’. Ne demeğe geldiği, düz Felsefe demek olmaması dışında çok açık o şey nedir diye sormak lazımdır. Felsefe ise hadım edilmiştir!

İmdi, ilk öğrenildiğinde tiksintiyle yüz buruşturulan eski rahatlatıcı ilke (Osmalı’da olmayan Littérature'e Türkçe karşılık bulmada önerdiği Edeb-i-yat kelimesi başarılı olan Şinasi) yazın'ın ahlâk yeri, edep yeri, ruhun terbiye edildiği yer olmasının altını çizer : İşte o yüzden kapıcısı, müfettişi, editörü, kritiği, celladı boldur!

Dünya eğer ters yüz olmasaydı (Klu Klux Klan, linçler, Kamplar, Vietnam, Cezayir, Çin afyonu, Lenin, Mao, Prag işgali, 68, Soğuk Savaş, Berlin Duvarı, Pretorya Rejimi, Körfez, Guantanamo, Lgbt) ABD üniversitelerinde adı sanı anılmayacak Fransız dehâları Felsefe değil de Edebiyat Bölümü müfredatına masif bir şekilde sokan da işte bu terazinin öteki kefesini dengelemek için  "Ayırıcı Paylaşım" yasasıdır

Dünyada medeniyetler, dinler, ülkeler arası savaştan söz etmek çok yanıltıcıdır: Dünya kurulduğundan beri bir "meslekler" savaşı vermektedir. İş bölümü savaşı: Uzmanlık alanlarına göre, bu, savaşları coğrafi olarak "lokalize" de edebilir ama; savaş her daim topyekûn savaş ve tabii ki tanınma (reconnaissance) savaşıdır.

Ancak adı ne olursa olsun, yazı, desen, dans bu şeyin terbiyesinin alınacağı başka bir "espace" (Blanchot'nın "Yazınsal Uzam" dediği şey), nefes alınacak başka hiçbir uzay parçası -Felsefe yani İlahiyat dekonstrüksiyonu tamamlanmadığı takdirde- yoktur. Bu yer sakıncalıdır, karantinalıdır

Edebiyat da son çıkan ve çok satanlar olmadığına göre, Edebiyat Kuramları vasıtasıyla aslında medeniyetin, dünyanın temel yönelim ve arzularının ket vurulmasının uzun süren geleceğini belirleme yetisindeki tek yer olan Üniversite de Devlet & Sanayinin (ve popüler kültürün bayağılaştırmaları, gazetecilik lisanı, teknik ara elemanlık,vb.) el koyması altında sığ kaynaklarıyla (kütüphane) egemen ve onun sermayesi tarafından işgal edilmiş paylaşılmış bulunmaktadır.


*

Anlatı denilen şeyin iki indirgenemez yönü vardır: Öncelikle hoşa gider, bizi gerçeğin kaotik yapısından konforlu bir gidimli imgesel düşünceyle tümlenen anlamlı bir sekansa sokar; ama düpedüz yalan ve masaldır, kültüre verilen taviz, yetişkine de çocuk muamelesi yapmak, aklın tembelliğidir (sinizm).

Sanat kültür değildir, kültüre de hizmet etmez ; yoksa bu onun sonu olur (bunu 'Dünya Resimleri Çağı'da Heidegger açıklamadan kısa geçer; şoke olur okuyan: "Sanat, Estetik, ‘Kultur’ haline gelerek yok oldu!" Dehşet tokattır bu! Oysa, sanatçı-izleyici gramerin ya da semiyolojinin « tarihsel kısmı » olarak kültürü bilmeli ve namusluca sömürüp onu tamamına (sona, kendi sonuna) erdirmelidir!

*

Biliyorsunuz, Unesco, "maddi olmayan insanlık mirası"... Alanı daraltmamak için buna kültür bile denmiyor ki etnoğrafya müzeleri gibi algılanmasın: yemeğin kendisi değil nasıl hazırlanıp paylaşıldığı... Sinema ürünü de bir  sonuçtur: Ardında ise koca bir şehir, veya Yol filminde olduğu gibi hiçliğe uzanan karlar!

Ben şahsen Umut, Adak filmindeki gibi çok katmanlı kalabalık söylemler çatışması epiğini severim. Bizi Tarkovski ekolüyle metafizik slav havasına fazlaca soktular ve sonu Nuri Bilge Ceylan estetiği oldu. Güzel, bu kadar güzel olma hakkına henüz sahip değil. Örselenmiştir o hep! (Narkissos)

Saltanat bârgehin kurdı yine fasl-ı bahâr/ Taht-ı Cemşîd çemen tâc-ı Sikender lâle [Bahar mevsimi yine saltanat otağını kurdu/ Çemen Cemşid'in Tahtı, lâle ise İskender'in tacıdır] –Bâkî.
 Ece Ayhan: (Bâki'nin) bu dizelerle doğa ile kurduğu mahrem ilişkinin bu kadarı yüz kızartıcıdır

Ece Ayhan'ın bu ifadeleri Günseli İnal'ın şiiri üzerine kaleme aldığı bir yazının başlığı olarak görüyoruz. Bâki'ye yakıştıran ise ben. Zirâ Saray şairi diye burun kıvırtılır Divan'a genelde. Günseli İnal Aspendos'da sahneye konacak çapta trajik şairdir. Nilgün Marmara ise daha marjinal Dot'da!

Bir gün Sinema'dan çok daha sofistike olan plastik sanatlarda (videoart) Yol'a gönderme-alıntı gördüm (İstanbul Bienali, Curator: René Bloch). Yabancı, misafir bir sanatçı: İstanbul’da bir erkek berberinde yüzü uzun uzun köpürtülmüş müşterinin suratına makro odaklanmış, köpüklerin fırçayla dansını çekiyor: Mest!

Eserin nihai anlamını asla bilemem, kimse de bilemez ama, o köpükler o kadar uzun süre ekranda dans ediyor ki, Yol filmindeki karlı yolların bitmek bilmez görüntüsüyle  üstüste bindiriliyor ve müşteri bu masajdan mest olurken dimağ başka manzaralarda gezmeye başlıyor: Fikirler nereye varmak için neyi takip eder?

Sinemaya filmleri çok sevdiğimiz için mi yoksa sinema ortamlarını, ritüelini sevdiğimiz için mi gidiyoruz ?
Ben bu hissiyatı şöyle ifade ediyorum: Sinema konusuz olmalı; bir tablo veya heykelin konusu olur, ama onun beslendiği desenin rengin konusu gene kendisidir: yani basma, yazma desenleri, dekoratif dokuma bezleri konusuz (altyazısız) güzeldir: etraflarında bir ortak yaşarlık duygusu oluşur...

Pratikte bunu şöyle hayata geçirmeyi düşündüm; ama fikir pop, yani yüzeysel, dekoratif eğlence kültürünün eline geçer diye imtinâ ettim. Mesela, Underground sinemada son noktayı koyan dostum Frédéric Charpentier'ye sormuşlardı: Peki,şimdi sinemada yapabileceğin ne kaldı? Christo gibi (Reichtag’ı) Haydarpaşa Garını beyaz sargı bezleriyle sarmalamak ve ona filmini projeksiyon etmek mi! (Benzeri bir şey yapıldı orada). Evet salonun dışına nasıl çıkarabiliriz sinemayı, çünkü herkes yazlık sinemayı sever.

İnsanın dehâsı, anlatım kabiliyeti, söz dağarcığı, incelikleri bulup çıkarma gözlem gücü, hitâp ettiği kültürün temel referanslarına hâkim olup özümsemesi (veya reddini ifade etmesi) ve de yaratıcı, eleştirel, uyandırıcı olması; her dile çevrildiğinde Tüm insanlığın içini biraz olsun umutla doldurmasıdır Edebiyat! Ve Sinema, ve diğer ezeli sanatlar...

Bizim kültürümüzde ulaşım zordur; sürekli köstebek gibi kütüphanelerde dehlizler, hendekler kazmak, yer üstünde nefes alacak bir zerre yer kalmadığı yerde yeraltından usulca ilerlemek, toprağımın nabzını tutmak ama şerbetini de hemen vermemek, bekletmek gerekir ki o obruk kendiliğinden açılsın şühedâ fışkırsın, bir gece sabaha karşı Takiyeddin Dergâhının duvarlarında!...

Öyle de güzel mitlerimiz vardır, kutlu doğum sancılarıyla ilgili... Sonrası ? Sonrası sürgün... Heimatloss. Tin’in her zamanki göçü, tasını tarağını alıp bu coğrafyadan göçüp gitmesi...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder