T. C. beyefendi’den
ricâmdır :
Merhaba, geçmişte fazlasıyla sempatik yazışmalarımız olmuş
sizinle ve diğer meslek arkadaşlarınızla. Ve ben şimdi emekli oldum ve oldukça
bomboşum (sadece bir-iki kanser tedavisi için dışarı çıkıyorum). Dün Tevfik
Fikret'in "Rübâb-ı Şikeste" eserinin eski bir orjinal baskısını bulunca
hemen aldım (oğlu « Haluk’a mektuplar» da var tabii içinde) -ve evin
yakınlarındaki bir parkta oturup hemen okumaya başladım. Ve sonra birden, ama birdenbire
-nedensiz- o parkta oturan hiç tanımadığım bir gence (sempatik ve insanların
derdini dinleyen birisiydi, sağlosun) zamanında, öğrenciyken Paris'te yazdığım « edebî » bir metnin (ki, « Fecr-i
Fücur» başlığını taşır bu metin) -kendi çocukluk travmamın (ünlü romancımız,
Ahmet Rasim’in kitabı « Fuhşu Atik»den mülhem, tabii ki bu metin) arka
planını önlenemez bir itki ile anlatmaya başladım. İnanın sebebini ben de bilmiyorum,
ve bu beni sonradan çok endişelendirdi.
İkimiz de olanlara,
yani anlattıklarıma inanamıyorduk ; dehşet bir durum, nedense Fransızca’dan
dilime pelesenk olmuş « horripilé »
sözünü de son zamanlarda çok kullanıyorum ): yine bir başka ünlü romanımız « Aşk-ı Memnu »yu kat be kat aşan
"eski bir aile" (sezonlarca, mevsimlerce sürecek) hikâyesi (travması)
dinlemek ister miydiniz, diye bir psikanalist olarak şahsınıza başvurmayı
tercih ettim bu sabah ilk iş olarak (saat şu an 6.53).
Kanser tedavisi sürecindeyim demiştim henüz, yani seanslarınıza
ancak sağlığımın müsaade ettiği müddetçe gelebilirim. İlgilenir miydiniz acaba
böyle bir vakıâ araştırması ile, yani entelektüel olarak? Ya da beni
çevrenizden birine (bu arada ben İstanbul, xxxköy’de oturuyorum; şahsen tanışmadığımız,
sadece geçmişte fikir teâtisinde bulunup bir kaç kere yazıştığımız için sizden
destek almakta, kurumsal yapınız adına etik bir sorun da olmayacaktır, diye
düşünüyorum), bir psikanaliste yönlendirebilir misiniz? Muzdârip olduğum organı
pek isimlendirmek istemiyorum şahsınıza şimdilik, konu dışı kalsın o, müşkil
bir durum çünkü bu benim için.
Bu hikâyeyi dünyada ilk kez, vaktiyle, O. S. isimli (biz ona
aramızda « Odetta Zırhlısı » adını takmıştık) eski İstanbullu,
zamanın Beyoğlusunun yırtık kızı, Saint-Pulchéry’de erkek gibi yetişmiş, sonradan
Paris’e yerleşmiş, orada yaşayan yahudi bir ressam arkadaşıma anlatığımı, söz
konusu metnimi de asla yayınlamadığımı, sadece yazıp öylesine içimi döküp
unutuğumu da bu arada belirtmek isterim. Yani, hatırlamamda Tevfik Fikret şiiri
okumam etkili oldu açıkçası. (Acaba sizin psikanalizde bunun özel bir adı var mı,
hiç karşılaştınız mı böyle bir vakıâ ile? Ve bunu, « arka plan »
dediğim şeyi bu saatten sonra kurcalamanın pek bir manası var mı ?)
Ama işte, olanlar oldu. gereksiz yere anlatmış ve kendimi
müşkül bir duruma sokmuş oldum, durduk yerde. Sonuçta burada medeni bir dünyada
yaşıyoruz ; bir göz temasıyla insanlar aralarında « teklifsizce »
(ne güzel eski deyimdir bu da ; « sans façon ») ilişkiye geçebiliyorlar cemiyet hayatında ; ki bu Baran adındaki, uzun hikâyemi
sabırla dinleyen genç delikanlı da bu acıklı hikâyeyi okumadan dinleyen
ikinci kişi olmuş oldu. Metinler asla yayımlanmadı, kimseye anlatmadım,
okutmadım, okumadılar, ben kendim de okumadım ; gömdüm. Bu çocuk da
isimlerimizi bir kağıda yazıp öylecene gitti -ama ayrılırken gözleri kızarmıştı
ve suluydu; bir arkadaşıyla buluşacakmış ve öylesine gidiverdi, ben de
anlattığımın yüküyle kalakalmış oldum. Aptalca bir durum ; yani tam bir « bétisse », koskoca bir roman olacak
bir lapsus, bütün zehirli sarmaşık
etkisiyle böylece atmosfere karışmış oldu. Niye anlattım ki sanki, kucağımda Rubab-ı Şikeste, Kırık Saz ile,
kalakaldım.
İşte böyle. Sizinle
paylaşmak istedim, son olanları. Özür dilerim, zamanınızı aldımsa, olan olmuş zaten…
Buradan, bence
“horoz ibiği” teorimden sonra hiç olmazsa güzel bir ”devekuşu kabare oyunu” çıkar
belki. Başımı kuma gömmem manasında tabii… (Yukarda, koskoca “gömdüm”yazmışım
ya, ona istinâden).
Lacan’ın da
hayvanlar dünyasından mülhem verdiği misâller benim için çok öğretici olmuştur.
Encore (Yine, “bedende” anlamı da var
sanırım) adlı seminerinde “arılardan” söz eder: Çiçek çiçek dolaşan arıları biz
hep kovanları için bal topluyorlar, rızıklarını çıkarıyorlar diye düşünürüz,
öyle biliriz; sonra gider o balı biz yeriz, arılar da bizim yerimize çalışmış
olur. Ama arılar aslında, çiçek çiçek dolaşarak bir çiçeğin kendi başına
başaramadığı bir işi, yani ayaklarıyla, kuyruğu, kanatlarıyla adeta bir “ihtilâç” halinde
(bu eski kelime de unutulmak üzere, gençler bilmez) çırpınarak, polene batarak, onlar arasında cinsi bir
münasebeti gerçekleştirmiş, yani hayırlı bir işe vesile olmuş oluyorlardır.
Tabii, biz
insanlar ne kadar “yaratsak”, yani yüce yaratandan pay aldığımız ölçüde (payımızı
da, istidâdımızı da eyleme geçmeden tam bilemeyiz), yaratıcı yanımızı kullansak
da, “dünyanın önceden kurulmuş düzeni” (aziz Leibniz’e atıfla) kadar şaşmaz
olamayız; vesile olduğumuz ve olabileceğimiz “hikmetlerin” nihâi anlamından
bihâber, veya bu gâyenin tam tersi bir istikamette de, insiyakî olarak eylemiş,
yani istemeden bir şeylere (hayra veya şerre) vesile olmuş olabiliriz; bunu
önceden bilemeyiz, ama üstünde sonuçsuzca düşünüp tefekkür edebiliriz.
Saçtığımız,
bir gaflet veya delalet anında, istemeden kucağımızdan ortalığa serptiğimiz
polenlerimizin doğru bir istikâmette, faideli bir işe vesile olup olmayacağından
emin olmak isteriz; ama bizzât kendi evladımızdan dâhi öyle kolayca emin
olamayız. Benim de Orçun ve Enes diye dünyalar tatlısı, haşarı iki oğlum var; büyüdükçe
serpilip bağımsız olmaya başladılar; biz ebeveynleri olarak onların hayatında
sadece bir vesileyiz; onların yerini hiç kimse dolduramasa bile onlar da rüzgârda
dağılan polenler gibi uçup gidecekler zamanı 9elince yuvadan.
Bizim
rüzgârımız ayrı; o beşeriyet dediğimiz alanda yeşeren bitkilerin çiçek
tozlarını savurur; elimizde avucumuzda olanı, yani kendi çabalarımızla yeşerttiğimiz
edebî ve inşallah ebedî olacak mahsülleri saçmak bizim sadece beşerî, hilkâtten gelen insiyakî doğal halimiz değil, ama bizzât medenî rolümüz, vazifemiz olsa gerek.
Hâ unutmak
için, hâ unutmamak için not almanın, yani yazmanın, ama yukarda aklıma gelen
bir kaç tanesini saydığım, serpiştirdiğim, edebî bir geleneğin örgüsü, ya da
kovanındaki peteklerin düzeni dairesinde yazmanın ne gibi sakıncaları olacaktır;
veya, tam tersi, ne gibi hikmetlere vesile olacaktır?
İşte bunu görmek, “gizli hazine” iken, kendini açmak, savurmak ister insan.
Bu beşer’in, beşer olmanın ötesine geçmedeki,
kendini henüz bütününü görmekten aciz “büyük kurulu düzende” Tanrı’nın gözünden, O’nun nezdinde görmek, kavramak, en önemlisi de O’nun tarafından kavranmak istemesinin (bu kelime çok hafif
kaçtı) bizdeki kaçınılmaz tezâhürleridir: Tanrıyla dolmak, demek istemiştim –bu
daha doğru bir tâbir olacak sanırım. Aziz Agustinus’un ”İtiraflar”ındaki o unutulmaz “ihtilâç anı”
aklıma geldi.
Lacan,
Encore’da birçok “mistik” tecrübeyi (Saint Thomas’dan, Angélus Silésius’da Péguy’e
Eros ve Agapè arasında gidip gelen –oscillations; s.42 “un mouvement
oscillatoire”- saydıktan sonra), şöyle manidâr bir teşhiste bulunur:
“Nihayetinde,
hristiyanlıkta öyle bir Tanrı icât edilmiş oldu ki , sadece onun kendisi hazza
ulaşmış olacak” s. 70; o zaman “ces jaculations mystiques” –s. 71- ne demek daha
iyi anlıyoruz. Ve s. 91’de de “une paire de ciseaux” der.
Saygılar
M.B.
16 Mar 2024 ÖÖ 6:58 Gönderildi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder