20.05.2024

Bir psikanalist aranıyor...

T.  C. beyefendi’den ricâmdır :

Merhaba, geçmişte fazlasıyla sempatik yazışmalarımız olmuş sizinle ve diğer meslek arkadaşlarınızla. Ve ben şimdi emekli oldum ve oldukça bomboşum (sadece bir-iki kanser tedavisi için dışarı çıkıyorum). Dün Tevfik Fikret'in "Rübâb-ı Şikeste" eserinin eski bir orjinal baskısını bulunca hemen aldım (oğlu « Haluk’a mektuplar» da var tabii içinde) -ve evin yakınlarındaki bir parkta oturup hemen okumaya başladım. Ve sonra birden, ama birdenbire -nedensiz- o parkta oturan hiç tanımadığım bir gence (sempatik ve insanların derdini dinleyen birisiydi, sağlosun) zamanında, öğrenciyken Paris'te yazdığım  « edebî » bir metnin (ki, « Fecr-i Fücur» başlığını taşır bu metin) -kendi çocukluk travmamın (ünlü romancımız, Ahmet Rasim’in kitabı « Fuhşu Atik»den mülhem, tabii ki bu metin) arka planını önlenemez bir itki ile anlatmaya başladım. İnanın sebebini ben de bilmiyorum, ve bu beni sonradan çok endişelendirdi.

 İkimiz de olanlara, yani anlattıklarıma inanamıyorduk ; dehşet bir durum, nedense Fransızca’dan dilime pelesenk olmuş « horripilé » sözünü de son zamanlarda çok kullanıyorum ): yine bir başka ünlü romanımız « Aşk-ı Memnu »yu kat be kat aşan "eski bir aile" (sezonlarca, mevsimlerce sürecek) hikâyesi (travması) dinlemek ister miydiniz, diye bir psikanalist olarak şahsınıza başvurmayı tercih ettim bu sabah ilk iş olarak (saat şu an 6.53).

Kanser tedavisi sürecindeyim demiştim henüz, yani seanslarınıza ancak sağlığımın müsaade ettiği müddetçe gelebilirim. İlgilenir miydiniz acaba böyle bir vakıâ araştırması ile, yani entelektüel olarak? Ya da beni çevrenizden birine (bu arada ben İstanbul, xxxköy’de oturuyorum; şahsen tanışmadığımız, sadece geçmişte fikir teâtisinde bulunup bir kaç kere yazıştığımız için sizden destek almakta, kurumsal yapınız adına etik bir sorun da olmayacaktır, diye düşünüyorum), bir psikanaliste yönlendirebilir misiniz? Muzdârip olduğum organı pek isimlendirmek istemiyorum şahsınıza şimdilik, konu dışı kalsın o, müşkil bir durum çünkü bu benim için.

Bu hikâyeyi dünyada ilk kez, vaktiyle, O. S. isimli (biz ona aramızda « Odetta Zırhlısı » adını takmıştık) eski İstanbullu, zamanın Beyoğlusunun yırtık kızı, Saint-Pulchéry’de erkek gibi yetişmiş, sonradan Paris’e yerleşmiş, orada yaşayan yahudi bir ressam arkadaşıma anlatığımı, söz konusu metnimi de asla yayınlamadığımı, sadece yazıp öylesine içimi döküp unutuğumu da bu arada belirtmek isterim. Yani, hatırlamamda Tevfik Fikret şiiri okumam etkili oldu açıkçası. (Acaba sizin psikanalizde bunun özel bir adı var mı, hiç karşılaştınız mı böyle bir vakıâ ile? Ve bunu, « arka plan » dediğim şeyi bu saatten sonra kurcalamanın pek bir manası var mı ?)

Ama işte, olanlar oldu. gereksiz yere anlatmış ve kendimi müşkül bir duruma sokmuş oldum, durduk yerde. Sonuçta burada medeni bir dünyada yaşıyoruz ; bir göz temasıyla insanlar aralarında « teklifsizce » (ne güzel eski deyimdir bu da ; « sans façon ») ilişkiye geçebiliyorlar cemiyet hayatında ; ki bu Baran adındaki, uzun hikâyemi sabırla dinleyen genç delikanlı da bu acıklı hikâyeyi okumadan dinleyen ikinci kişi olmuş oldu. Metinler asla yayımlanmadı, kimseye anlatmadım, okutmadım, okumadılar, ben kendim de okumadım ; gömdüm. Bu çocuk da isimlerimizi bir kağıda yazıp öylecene gitti -ama ayrılırken gözleri kızarmıştı ve suluydu; bir arkadaşıyla buluşacakmış ve öylesine gidiverdi, ben de anlattığımın yüküyle kalakalmış oldum. Aptalca bir durum ; yani tam bir « bétisse », koskoca bir roman olacak bir lapsus, bütün zehirli sarmaşık etkisiyle böylece atmosfere karışmış oldu. Niye anlattım ki sanki, kucağımda Rubab-ı Şikeste, Kırık Saz ile, kalakaldım.

İşte böyle. Sizinle paylaşmak istedim, son olanları. Özür dilerim, zamanınızı aldımsa, olan olmuş zaten…

Buradan, bence “horoz ibiği” teorimden sonra hiç olmazsa güzel bir ”devekuşu kabare oyunu” çıkar belki. Başımı kuma gömmem manasında tabii… (Yukarda, koskoca “gömdüm”yazmışım ya, ona istinâden).

Lacan’ın da hayvanlar dünyasından mülhem verdiği misâller benim için çok öğretici olmuştur. Encore (Yine, “bedende” anlamı da var sanırım) adlı seminerinde “arılardan” söz eder: Çiçek çiçek dolaşan arıları biz hep kovanları için bal topluyorlar, rızıklarını çıkarıyorlar diye düşünürüz, öyle biliriz; sonra gider o balı biz yeriz, arılar da bizim yerimize çalışmış olur. Ama arılar aslında, çiçek çiçek dolaşarak bir çiçeğin kendi başına başaramadığı bir işi, yani ayaklarıyla, kuyruğu, kanatlarıyla adeta bir “ihtilâç” halinde (bu eski kelime de unutulmak üzere, gençler bilmez) çırpınarak,  polene batarak, onlar arasında cinsi bir münasebeti gerçekleştirmiş, yani hayırlı bir işe vesile olmuş oluyorlardır.

Tabii, biz insanlar ne kadar “yaratsak”, yani yüce yaratandan pay aldığımız ölçüde (payımızı da, istidâdımızı da eyleme geçmeden tam bilemeyiz), yaratıcı yanımızı kullansak da, “dünyanın önceden kurulmuş düzeni” (aziz Leibniz’e atıfla) kadar şaşmaz olamayız; vesile olduğumuz ve olabileceğimiz “hikmetlerin” nihâi anlamından bihâber, veya bu gâyenin tam tersi bir istikamette de, insiyakî olarak eylemiş, yani istemeden bir şeylere (hayra veya şerre) vesile olmuş olabiliriz; bunu önceden bilemeyiz, ama üstünde sonuçsuzca düşünüp tefekkür edebiliriz.

Saçtığımız, bir gaflet veya delalet anında, istemeden kucağımızdan ortalığa serptiğimiz polenlerimizin doğru bir istikâmette, faideli bir işe vesile olup olmayacağından emin olmak isteriz; ama bizzât kendi evladımızdan dâhi öyle kolayca emin olamayız. Benim de Orçun ve Enes diye dünyalar tatlısı, haşarı iki oğlum var; büyüdükçe serpilip bağımsız olmaya başladılar; biz ebeveynleri olarak onların hayatında sadece bir vesileyiz; onların yerini hiç kimse dolduramasa bile onlar da rüzgârda dağılan polenler gibi uçup gidecekler zamanı 9elince yuvadan.

Bizim rüzgârımız ayrı; o beşeriyet dediğimiz alanda yeşeren bitkilerin çiçek tozlarını savurur; elimizde avucumuzda olanı, yani kendi çabalarımızla yeşerttiğimiz edebî ve inşallah ebedî olacak mahsülleri saçmak bizim sadece beşerî, hilkâtten gelen insiyakî doğal halimiz değil, ama bizzât medenî rolümüz, vazifemiz olsa gerek.

Hâ unutmak için, hâ unutmamak için not almanın, yani yazmanın, ama yukarda aklıma gelen bir kaç tanesini saydığım, serpiştirdiğim, edebî bir geleneğin örgüsü, ya da kovanındaki peteklerin düzeni dairesinde yazmanın ne gibi sakıncaları olacaktır; veya, tam tersi, ne gibi hikmetlere vesile olacaktır?

İşte bunu görmek, “gizli hazine” iken, kendini açmak, savurmak ister insan.

 Bu beşer’in, beşer olmanın ötesine geçmedeki, kendini henüz bütününü görmekten aciz “büyük kurulu düzende” Tanrı’nın gözünden, O’nun nezdinde görmek, kavramak, en önemlisi de O’nun tarafından kavranmak istemesinin (bu kelime çok hafif kaçtı) bizdeki kaçınılmaz tezâhürleridir: Tanrıyla dolmak, demek istemiştim –bu daha doğru bir tâbir olacak sanırım. Aziz Agustinus’un  ”İtiraflar”ındaki o unutulmaz “ihtilâç anı” aklıma geldi.

Lacan, Encore’da birçok “mistik” tecrübeyi (Saint Thomas’dan, Angélus Silésius’da Péguy’e Eros ve Agapè arasında gidip gelen –oscillations; s.42 “un mouvement oscillatoire”- saydıktan sonra), şöyle manidâr bir teşhiste bulunur:

“Nihayetinde, hristiyanlıkta öyle bir Tanrı icât edilmiş oldu ki , sadece onun kendisi hazza ulaşmış olacak” s. 70; o zaman “ces jaculations mystiques” –s. 71- ne demek daha iyi anlıyoruz. Ve s. 91’de de “une paire de ciseaux” der.

Saygılar

M.B.

16 Mar 2024 ÖÖ 6:58 Gönderildi



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder