ŞEHİR PERİSİ –BEKLENTİLER-
(Tragedya: 16 Delilik Sahnesi)
I- “Şu bitki örtüsüne bak! Toprak daha haziranda ağustosun bitki örtüsünü taşıyor. Bana her şeyden önce İstanbul kavramını bu bitki örtüsü verir. Şuraya bak, öbek öbek otların ötesinde toprak sinsi bir alacayla kaplanıyor. Yakına gidip bakınca bu rengi tavşanbıyıklarının verdiğini görünce hayret ediyor insan. Beklenmedik hiçbir şey yok yine de; belki bir su arığının etrafında koyulaşan bir yeşillik sadece…
Ancak yaklaştıkça, beklenmedikler artıyor; yüksek otların, ağaçlardan düşen tohum kabukların arasında kırmızı bir kene… Bunlar da bizim için beklenmedik… —Sakın böyle konuşmakla bir takım şeyleri göz ardı ettirmeye çalıştığımı sanma-“
[Çamlıca tepesinde, seyrek evlerin arasında bir grup Doğa bilimci genç, bağırsaklar dışarıda, dört yapraklı yonca aramaya çıkmışlardır.]
2- “Şu bastığın yeri görüyor musun? O bir bazilika.”
[Sultanahmet’in arka taraflarındadırlar. Uzaktan kentin gürültüsü işitilir.]
“Bizans’a doğru dörtnala gelen şu üç atlıya bak! Zamanında onlardan da birçok despot bizimkilerin şehri fethetmesinden yanaymış, şimdi bizden de birçok Bey onlarla çalışıyormuş…”
[Çekmece gölü üzerindeki Mimar Sinan’dan kalma o eski taş köprüyü görürüz. Etrafta eskiye dair başkaca bir belirti yoktur…Sonra yine Sultanahmet Camii’nin arkasındaki harabelere dönülür ve yakın çekimle yerlerde gastro şişeleri ve belirtisel bir sürü pislik görülür.]
3- “Bulutlar geçiyor, acele etmeliyiz. Hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor. Ancak yine de temel sorun, beklenmedik bir şey olması için yine beklememiz mi gerektiğidir.”
4- “Kastettiğim pislik değildi”
5- [Burada herkes çocukluğunda dinlediği o bilindik masalarla göre kendi yaşamını anlatacak. Örneğin: “Kırmızı Başlıklı Kız” masalı:]
“Hiç unutmam, annemin hazırladığı paketi teyzeme götürmek için yola çıkmıştım. Birden yolu şaşırdım ve kendimi ormanda buldum. Önüme iki yol çıktı: dikiş iğne yoluyla toplu iğne yolu. Sonra teyzeme nihayet varınca onu biraz değişmiş buldum.”
6- “Tanıdıklık üzerine konuşmam istendi benden; turistleri alıp götürmem, Yeniçeri’leri göstermem, sonra da onları havaalanına taşıyıp yenileri için yer açmam, vb. Güneşin meteoroloji kulesinin ardından batmasından ve onun da tam karşısında denize inen bir takım yollar olduğundan başka hiçbir şey bilmiyorum. Çünkü diğerlerini yaşıyorum ve yaşadıklarım üzerine hiçbir şey bilmiyorum. Buralarda şimdi iş yapmak için bulunuyoruz ve daha ötesi bizim için tarihsiz bir takım binalar...”
[Burada daha çok görüntülerin konuşması gerekecektir: Yeniçeriler Caddesi, Beyazıt Kulesi, Mithat Paşa Yokuşu, Polenezce bir takım dükkânlar, dövizli alış-verişler ve her milletten insan kalabalığı…]
7- [Haritalı ve haritasız halklardan ufak topluluklar, plastik çiçekler, Arap turistlerin çok sevdiği o renkli alüminyumdan çaydanlıklar ve okumaya gelmiş Orta-Doğulu gençler]
“Biz buradayız, çünkü İran başka yere kaçamaz. İranlı da başka yere kaçamaz. İran olmasaydı İranlılar da olmayacaktı, ama İranlılar olduğu için de İran vardır. Orada yanı başınızda İran adlı bir ülke vardır. İran’da İranlılar denilen Azerî ve Farisî halklar yaşar, soyları Pehlevî hanedanına kadar uzanır, Lehçesi de Pehlevice’dir. İran devrimci bir ülkedir, orada şu an bir devrim olmaktadır.”
[Kamera coşkulu bir nahiflikle konuşan İranlı öğrenciden kahvedeki diğer yüzlerde ve İran Konsolosluğunun camekânındaki devrim sonrası belirtgelerde dolaşır. Ateşli hatibin elinde Molla Camî’nin “Baharistan” adlı divanı vardır, ve içindeki minyatürleri göstererek konuşmaktadır.]
“Duyduk ki sizin topraklarda ezilen Sünni çareyi Şii imamında ararmış, Şia iktidar olunca da umutları tersine dönermiş. Petrol okumalı diyordum ben, evet petrol. Ama tahsilim yetmedi, eğitimin yarım kaldı. Petrol okumaya geldim ben buraya. Bizde petrol su gibidir, ama su da çok azdır. Petrol belli ellerde toplanır. Hürmüz cennete bir yerin adıdır, orada bahçeler vardır. Boğazı, suyu, incisi boldur, aynaları ve ipek halıları kıymetlidir. Afgan ve astragan ticareti yapılır.”
8- YAZ: Sahil denize giren çıplak çocuklarla doludur. Deniz, iklim, karakterler ve rastlantısal olan, bitkiler ve uçuşan tohumlar misâli dünyadaki sonsuz çeşitliliğin delili gibidir. Bütün bunları sıcak bir yaz günü sahilde oynaşan çocukların çeşitli tipte kemikli ayaklarından çıkarmaya çalışırız. İnsan, tohum saçan doğadan payını almış gibidir. Ancak doğanın yeşermesini beklerken kireç tutup kemikleştiğini görürüz: onları parktaki banklarda içki ve diğer asalaklarıyla ortakyaşarlıkta buluruz. İhtiyarlar veya zamanından önce yıpranıp ihtiyar gösteren yüzler… Kayaların üzerinde mantarlaşan yosunlar gibi midyelerin üzerindeki kireç izleri… Bu döngünün acımasız olduğunu görürüz. Bu boğucu, nemli yaz sıcağında en ufak ıslak yüzeyden binlerce sinek havalanır.
9- Çarşının sinekleriyle konuşan bir adam görürüz. Sinekleri besleyip sanki onlara yem vermektedir. Sanki onlardan haberler almakta veya onlara gidip konacakları tezgâhları bildirmektedir. Sinekler sanki görünmez birer borsa simsarıdırlar. Bazı tezgâhlardaki malın değerini anında düşürebilirler, diğerlerininkini de haksız yere yükseltebilirler. Gidecekleri yerleri iyi bilirler. Her yerde ölümün sırtını sıvazlarlar. Hasta bir çocuğa ölmesi için yardım ederler. Ona dışkısından haberler getirirler. Hasta çocuklar birdenbire ortalıkta görünmez olurlar. Onların öldüğünü dışkılarından haber getiren sineklerden anlarız. Her sinek biraz da ölü bir çocuktur, onları dışkılarımız gibi saklarız; ama onlar yine de peşimizden ayrılmazlar.
10- Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin orta sıra çöplüğünde birkaç genç bir şeyler çiziktirmektedir. Burası onların Parnassus’larıdır. Her yerde esin perileri ve Musalar dolanmakta, onlara anlamını bilmedikleri sözler fısıldamaktadır. Onlar da bu yarı çıplak Musaların ve esin perilerinin söylediklerini anlamadıkları için onların zahirî şekillerini resmetmekle yetinmektedirler. Musalar kentin denizle olan diyalogunu ve pazarlığını bilirler. Öğrenciler de eski bir gravürden buldukları bu kompozisyonu kendilerine ödev olarak almışlardır: buna göre Zeyrek’te veya Edirnekapı surları önünde Hristo koltuğunun altındaki bir tomar kağıdı Ulubatlı Hasan’a vermektedir. Bunlar kentin sur dışında kalan arazilerinin tapularıdır. Arkada görülen dumanlardan yaklaştığını hissettiğimiz savaşı önleme adına son bir sivil girişim olarak da yorumlayabiliriz bunu. Musaların bu son girişiminin işe yaradığı söylenemez. Zira Fatih, esas parçayı, yani sur içini o sırada tam tersi bir noktadan, yani iç-deniz olan Haliç’ten, ‘içerden’ halletmektedir.
11- Musalardan sonra Yakub’un koyunlarını ve Hazreti İbrahim’i görürüz. Yakup bir duvar halısındadır. Dolmabahçe sarayı yakınlarındaki bu açık hava halı sergisinde Yakub’un tam yanındaki halıda ise at sırtında kovboy John Wane vardır. Muhtemelen İstanbul hatırası hediyelik eşya olarak, Boğaz’ın tam girişine demir atan Amerikan donanması gemilerinden karaya çıkan denizcilere hitaben burada sergilenmektedir (acaba sık dokuma bu halı şimdi hangi Amerikan evini süslemektedir?). Hazreti İbrahim ise, başında haleyle İsmail’i (veya inanışa göre İshak’ı) kurban etmek üzereyken gökten inen koçla Tevrat’ta ve Kuran’da anlatıldığı haliyle resmedilmiştir. Bir de oniki Zodyak falı ve dünyanın yaradılışıyla ilgili tasvirler vardır.
12- Taşkasap’tan bir kısmı Lape’ye (La Paix), oradan da Mazhar Osman zamanında Bakırköy’e taşınan deliler evini görürüz. O zamanlar deliler evi açmak ve işletmek özel izne tabiiydi. Şişli’deki evinden akşamüstleri boyanıp çıkan Madam Manukyan’ı, hastaneden gece izni alan Masör (“ma soeur”: hemşire) Maria Frederico Romano’yu (Levanten) ve başında hasır şapkayla hastanenin bahçesinde bahçıvan olarak çalışan 16 yaşındaki Gregor’u (Rum) görürüz.
Hastanenin bahçesindeki Rodin’den kopya “Düşünen Adam” heykelini, parktaki kırık dökük, neredeyse ırzına geçilmiş “bakire ana”yı, bildiği tek evi bir kilise yıkıntısı olan Gurumo’yu (Bulgar) görürüz (eğer evini ziyaret etmek isterseniz, onun gibi evine bir sıçrayışta çıkmasını bilmelisiniz). Bahçe o kadar geniştir ki, orada, eskiden Aksaray’da bir apartmanın önünde durmadan zıplayan “Zıp zıp ebe”yi ve de sanki insanların üzerlerine yapışıp kalmış bir şeyi atmak istermiş gibi ortak bir uğraş gösterdiği diğer bir sürü deliyi burada bir arada –bir arada bulunmaları için hiçbir mantıklı gerekçenin öne sürülemeyeceği bir sürü insanı- görebilirsiniz.
- “Peki ya ‘gerçek’, insanların bir sıçrayışta soyunup atabileceği bir şey değilse…”
13- “ ‘Gerçeği topluluk yaratır’ diyordum kendi kendime. ‘O’ (topluluk) kendisine görev düşünce sessizce toplanır ve işini yapar. O işini (‘gerçeği’) yaparken kendini de değiştirir (değişmiş bulur): Birbirini görür: İlk kez ve bir kez.”
“Askerliğinizi hatırlayın, haydi olmadı gerçek bir savaşa katılmış bir gaziyi… Artık ömrü boyunca susturamazsınız onu. Sanki aklını yitirmiş gibi hep aynı şeyi anlatır, kendi ‘gerçeğine’ gömülmüştür. Tam gömülmese bile (zira tam gömülenlere ‘şehit’ denir, onlar ölüdür, gömülmüştür) en ufak fırsatta kendi ‘gerçeği’ne geri dönmek ister. Onların delilerden tek farkı, tam da bu gidiş-gelişler, daha doğrusu kendi gerçeklerinden çıkma, (aramıza) geri dönme ihtimalleridir. Ama bu fark onların deli olmadığını ispatlamaz.”
-“Bizim ömrümüz çok kısa süreli oldu; ve şimdi her şeyden çok değiştirip değişmeye ihtiyacımız var” diyordu bir ölü, beyhude bir konuşmasında, kendinden yaşayanlar gibi “geçmiş zaman”da söz ederek.
-“Ufak sokakların o günden sonra nasıl tıkış tıkış dolduğunu, kentin tapu senetlerinin nasıl yakıldığını gördüm” diyordu bir başka ölü, kendi ölüm gününden ve sonrasında olanlardan söz ederek, beyhude, yaşayanlar gibi kendinden “şimdiki zamanda” söz ederek.
-“Ben bugüne kadar ters yaşamışım diyordum, siz bana şimdi ters yaşadığımı söylüyorsunuz” diyordu, zamanın neresinde durduğu, dahası kendisiyle ve diğeri (belki de doktoru) ile nasıl bir bakışımsızlık ilişkisi içinde olduğu kestirilemez, uyumsuz biri.
-“Sen bedensel dokunmaya karşı korkunu bir kuş olmakla dile getiriyorsun” diye sitem ediyordu kara sevdadan aklını uzun zaman önce yitirmiş ve yavuklusu sandığı kuşlarla muhabbeti derinleştirmiş bir mecnun sitemkâr, tenine yapışmış olmayan sevgilisinden bir türlü kurtulamayıp…
-“Rüzgârın uğultusunu işitmedin mi?” diye soruyordu vehimle dupduru bir gök altında, durgun, açık bir havada bir diğeri, bastıramayarak bir iç sesi, kim bilir neyin iç mecazı?
-“İlkim değişmiş ve böcekler tersine uçuyorlardı” diye başlıyordu ilk cümlesine son romanının, deliliğinden üstüne deli gömleği gibi oturan ünlü bir yazar biçmiş tecrübeli bir deli…
-“Hastalık yapanları kovup bitkisel çeşitliliği arttırmayı sen de istemiyor musun?” diye soruyordu bütün devrimlerden yarım akılla çıkmasını bilip en son ekolojik devrimine sevgilisini inandırmaya çalışan vejetal bir deli, kendi aklındaki fauna’larla konuşarak…
14- “Hiçbir topluluk toplanamadı. Gerçeğin oluşturuluşu yarım kaldı. Eski gerçek bizi mahkûm ediyordu. Sanki yalnızca kendi kafamızın içinde konuşmuşuz bunca zaman. Ama hayır! Bir belirti: varlığa ilişkin… Demek biz varız ki, bize karşı tavır alınabiliyor. İşte tam da bu bizi yaralayanların alnında bir yarık açtığımızı gösterir. Sanki haykırışları sessizce ağlayışları… Bizi durduran yine kendimiz. Kendimizde kovduğumuz şey karşıtımızda karşımıza çıkıyor. Bu nasıl diyalektik Allah’ım? Ancak bu yer değiştirmedir ki bütün kabuklarımızı kıran. Bunca kafa karışıklığına değermiş doğrusu… Rahme düşecek rastlantısal bir çocuk, öyleyse daha az mı rastlantısal (:mantıksal) bulacak kendini?”
15- “Evet, biliyorum, siz susanlar Sokrates’in öldürülüşünde de susanlar. Bir ebe oğlunu öldürdünüz! Hayır, siz öldürmediniz onu: O, doğurttuğu çocuklar aracılığıyla doğrulandı. O doğrular getirdi dünyaya, henüz doğmamış olanları… Ama daha önce doğmuş olanlardan… Hiçbir sihir yoktu ortada. Doğurttukları önceki doğrulara açıklık kazandırıyordu, yargılıyordu, ortadan kaldırıyordu. Bu ise insanın koymuş olduğu bir yasağı çiğnedi. O halde Sokrates başka bir insan yasası adına, önde giden doğruların yasası adına, yine en eski insan yasalarına göre öldürüldü. Bu açmazı bildiği için ölüme direnmedi. Ölüme direnmek, onu durduran yasaya direnmek olacaktı, bu da onu geçersiz kılacaktı.”
16- Bir grup halk silahlanmıştır: “Önde giden doğrular istemiyoruz, önde giden doğrular istemiyoruz” diye bağırmaktadırlar. “Biz buradayız ve yeni doğan çocuklar da buraya doğuyor, geleceğe doğmuyor. İster geçmişin karanlığı deyin, ister geleceğin aydınlığı, isterse de bugünün durağanlığı, doğrularınız bugüne hizmet etmeli”
[Bu sesler güruhtaki diğer bağrışmaların arasından en keskin silahlı, az sayıda ama en çok sesi çıkan bir grubun bulunduğu taraftan kesintili olarak işitilmiştir.]
11-15 Haziran 1983/ 13 Aralık 2012
Şiirbilim, Dirimbilim, Özdekçilik, Kalenderîlik (Poetry, Biology, Materialism, Qalandariyya)
13.12.2012
ŞEHİR PERİSİ (TRAGEDYA)
6.12.2012
"Senin Adın Bir Uykudandır" / Ton nom est d'un sommeil
"ORONTES" ŞİİRİNİ ÇEVİRİ DENEMESİ
2 Aralık (2012) günü evimden çıkmış, Marion, Stiegler, Agamben ve bir ihtimal Nancy ile –uzaktan-görüleme yordamıyla- buluşmak için vapura binmişken “Orontes” tarafından durduruluyorum. Zihnim bir önceki gün Stiegler’in felaket çığırtkanlığı (ve A.Soysal’ın “Tinin Felaketleri” başlıklı konuşmasıyla dolu, çözümsüzlükten bir çözüm çıkarma sancısıyla bir zihinsel görü arayışında iken, sanki gözümün önünde birden Alduxe Huxley’in “Algının Kapıları”nın aralanmasını beklerken, Orontes şiiri (Hades'dekinin bir kolu olması yanı sıra, Suriye sınırımızdaki Asi ırmağının antik adı, veya Arapların adlandırmasıyla Şatt-ül Arab) zihnimde çağlamaya başlıyor, ve bu su üzerinde (ama hangisi?) keyifli bir thalassal (bahri) yolculuk devam ederken kalemimle bu ırmakta (nehr içünde, nehr içre) yüzüyorum. (Bu konuda bir gün bir “nehir roman” yazabilirim gibi gönlüm melankolik bir coşkuyla dolu veya durdurulmuş…)
Ne var ki bu durdurulma beni yolumdan, hedefimden de saptırıyor; gideceğim buluşma yerine uzaklık, zihnimde seçimsiz bir seçimle, dünün yağmurlarından sonra parıldayan kış güneşi altında oltalara zıplayan balıklarla dolu bu suyun, Haliç'in yakınlığında oyalanmaya bırakıyor yerini… Yakındaki suyu, uzaklardaki fırtınalı denizlere tercih ediyorum (bir felaketten kaçar, veya onu geciktirmek, ertelemek istercesine…), görümün bana bir kez daha (kim bilir kaç kez? buraların yerlisi bir deli divâne olmak bitiremiyor, tüketemiyor bu görülemenin hep sanki ilk görüleme gibi olmasını…) kapılarını açtığı yerde tutuklu kalıyorum; aynı Haliç balıklarının köprünün altından geçerken kendilerini adeta gurebâya merhamet ettiklerinden (gratuité de la grâce) günübirlik Galata balıkçılarına yem olmaya bırakmaları gibi… Yakalanıyorum (geçmemeliymişim demek ki oradan, daha modern çevre yollarından, böyle şehrin tam kalbinden geçmeyen otoyollardan, oyalanmadan gitmeliymişim gideceğim yere, orası neresiyse…)
Bir dizi anlık fotoğraf çekiyorum (ya da çekiniyorum, çekiliyorum, çekiliveriyoruz Türkçe’nin yapısal olanaklarına göre, kafamda): ama bu kez eski şairlik aylaklığı günlerimde olduğu gibi sadece zihnimde değil, teknik bir yordamı ustaca ve gizlice kullanmayı bilmenin verdiği tesadüfe olan o sarsılmaz güvenle… Geçen ay yine “aynı suyun” üstünde (kim geçebilir aynı suyun üstünden iki kere / şu aynîyet denizinden…) çektiğim gece yarısı fotoğraflarıyla gerçekleştirdiğim “La Nuit Clandestine” (Yasaklı Gece) filminin gün ortası versiyonu (variation eidétique; onun öze ilişkin çeşitlemesi) için köprünün bir köşesine sinip tuzağımı kurup malzeme topluyorum: balık yerine imge, duygu-anı, duygulam avlayıp kavram-anı’mı, kendi yakalanma ân’ımı (lahza) ve yakalanma anı’mı (hafıza) yakalamaya çalışıyorum. Tesadüfün payı ne olursa olsun, salon sehpası üzerine dantel bir örtü gibi kıvrım kıvrım yayılan (Bergson) bir ufkun ardından sabırla ve ısrarla beklemeyi öğrenmeden, zengin veya “doyurucu” (saturé) bir dikkat deneyimini asla yaşayamayacağımızı hepimiz bilmeliyiz…
Filhakika, nehr durmasa da biz onu durdurmasını bilmeliyiz: Orontes tarafından durduruldum demiştim: Durmak bilmez bir şey tarafından durduruldum... Ve ertesi gün (3 Aralık) şiirimi temize çekerken, ilk yazım hatası denetiminden geçemedi “Orionte” (Orion, bir "Çoban Yıldızı" eşlik etsin istemiş olmalıyım bu son yolculuğa; ama hataydı, yoktu artık o nehirde artık bir rehber): Orontes olarak düzeltildi ilkin bu yazım hatası... Şiir “Orion”a doğru kayabilirdi, zira olağanüstü bir filmin adıydı Orion (Çoban Yıldızı); ama Suriye sınırına ilişkin bir şey vardı aklımda ve beni o nehrin yakınlığına taşıyordu, aynı yaklaşan bir felaket adı gibi Asî...
Sonra şiirin ilk versiyonunda olmayan Lethè ırmağı eklendi (“Gorges profondes de Lethè”; “Unutuluş Irmağının derin Boğazları”), zira aynı kıtada “unutma”, "uyuşma" (lethargie) olmasa bile “uyku” kelimesi geçiyordu: “Senin adın bir Uykudandır”. Lethè ırmağının adı anılmadan anılıyordu zaten bu ilk versiyonda da; adı açımlanıyordu ırmağın, geldiği yer, adının geldiği yer hakkında bilgi veriliyor, adeta çarpanlarına ayrılıyordu. Ne tarz bir “uyku”ydu bu “bir Uykudandır”. Peki kim konuşuyordu bu şiirde? Bana varan bu şiirde konuşan, bilgi veren özne kimdi? Bu bilgilere nereden veriliyordu, geliyordu şiire veya görüye? Ve neden şimdi veriliyordu bana bu şiir (doygun görü: “intuition saturée” –J.L. Marion) Neden?
Hades vardı zaten ilk versiyonda. Styx nehrini ise bilerek sokmamıştım bu şiire, fazla Homerik (Ömerix) göndermeleri vardı o nehrin. Ama araştırınca (canlı görüye kütüphanedeki ölü izleri taşıyınca) bütün bu nehirlerin hep aynı ölüler ülkesinin katman katman uzanan, dolanan nehirleri olduğunu fark ettim. Neden kâdim Yunanlılarda,Mısırlılarda olduğu gibi tek nehir yoktu Ölüler Ülkesi’ne son yolculuk için? Neden kök-söylenceler (Ur-mythes) bu kadar ayrıntılıydı? Neyi görülememizi (ayırd etmemizi) istiyordu eskiler (eski izler) tam olarak bizden?
Bunun görüsüne 3 Aralık günkü araştırmalarımda varır gibi olsam da (zira, şiirimi yazarken görümde olmayan bir başka sözcük tarafından durduruldum o gün: “thalamus”), şiirimde bunun emaresi belirtisi yoktu: “thalamus”un beyincikte bir “odacık”, Yunanca’da da bu sözcüğün “düğün, gerdek odası” (chambre nuptiale) anlamına geldiğini bugün emektâr kütüphane sözlüğümden öğrenecektim. “Hipotalamus”u ise ortaokul veya lisedeki emektâr hocalarımdan zaten çoktan öğrenmiştim de acaba görüleyebilmiş miydim? İşte soru buydu. Dün bunun hesabını vermeye karar verdim. Üzerine gidilmeliydi bu “soru”nun “soru olarak”… Bu metin nehir gibi dolansa da, şimdi bu metnin yazılma amacı, şiirimi açıklamak değil, bu henüz sorulmamış “soru”nun üzerine gitmektir.
thalamus ve hupothalamus...
İmdi, şiir açıkça “ölüm”den söz ediyor, bunu “unutma” veya “bir uyku” biçimi üzerinden belirliyor, ve hemen daha başında da ölüler ırmağının rehberi (“passeur”; karşı tarafa geçiren kayıkçı) ile bir “uzlaşma” (“négocier”: 1 Aralık’taki siyasi-felsefi tartışmalarda hassas bir öneme sahipti bu sözcük) imkanını sorguluyordu. Ayrıca “nehir ağzı” (“embouchure”), “bataklık” (marais), “derin ağızlar (vadiler)” (“gorges profondes”) gibi birçok yerbilimsel, coğrafi imgeye başvuruyor, “ölüler ülkesi”ni söylencelerde olduğu gibi “yeryüzü”nden ödünç alınmış -çeviri- imgeler (Benjamin) aracılığı ile görüye sunuyordu.
Ne var ki, düzeltme sırasında şiire eklediğim sadece iki sözcükten birinden söz ettim ama diğerinden henüz söz etmedim. İlki, belittiğim gibi, “Lethé” sözcüğü idi, ve zaten aynı kıtada “uyku” sözcüğü olduğu için bir tür yineleme (redondance) ve anlamı güçlendirme veya açık kılma ötesinde bir değişiklik getirmiyordu. Eklenen ikinci sözcük, “harfler” (“lettres”) sözcüğü ise bir yineleme etkisinden çok bir karar verilemezliğe açıyordu şiiri: zira “topraklar” (“terres”) sözcüğüne türdeş olmayan, kökten farklı bir seçenek olarak ekleniyordu şiire: “Ağız toprakla dolu” dizesi düzeltilince “Ağız toprakla / harflerle dolu” haline gelmişti. Ama neden bu “topraklar / harfler” düzdeğişmece (metonimi) seçeneği? Ve bunun “thalamus” veya diğer başka sözcüklerle ilişkisi, canlı veya anlık olduğu varsayılan görüyle veya ölü izle ilişkisi ne?
Bu kıtayı aynen alıntılıyorum (şiirin ilâveten bir yabancılaşma etkisi gözetmeksizin içsel bir monolog olarak Fransızca yazıldığını, yazdırıldığını bilmem belirtmeme gerek var mı?):
“silence sur leur bouche
vers l’ouverture/ embouchure
de bouche pleine de terres
/ letttres”
[“ağızları toprakla
/ harflerle dolu
açıldığı / döküldüğü yere doğru
ağızları üstünde sessizlik”]
Bu arada şiirin yazıldığı özgün dilde “terres”/ “lettres” ikilisinin bir tür harflerin yerinin değiştirilmesiyle oluşan bir anagram gibi, sözel ve sessel bir gönderme ilişkisi içinde olduğunu bilmem vurgulamam gerekli mi? Düzeltme sırasında beni durduran her ne ise, “toprakla” sözcüğünü tamamen silmedim ve sanki ona eşdeğermiş gibi, “sessizlik” sözcüğünden de güç alarak “harfler” sözcüğünü ekledim. (Nehrin denize döküldüğü ağızda -bouches/ embouchures- harfler Mezo-potamya'dan tortu olarak dökülüyor ağızlardan: su/ pota...)
Şiiri(mi) açıklama ve (kendime) çevirme riskine girmişken, cesur bir adım daha atarak şunu da ekleyeyim o zaman: “ölünün ağzının açıldığı noktada ağzına dolan toprak” imgesinin ağırlığını (fecâat) veya sıradanlığını aşmak istemiş olacağım: yani “sessizliği”, toptan çürüyüp yok olmayı, şu sözün bittiği, toprak olduğu yeri “ölü harfler”le aşmak (aufhebungen) istemiş olacağım...
Felaketten kurtulan veya kurtulacak olan son şeymiş gibi görünen bu “ölü harfleri” (yani Edebiyatı: “Belles Lettres”, zira Fransızca’da çoğul yazıldığında “harfler” her zaman “yazın” anlamına gelir) bir ölünün ağzından kurtarmak istemiş olacağım, avlanmış bir avı başka bir avcının av ve avcıyla beraber yutması -kavraması, algılaması- gibi*…
Peki şimdi, kendi yerbilimsel imgelerinden, kendi söylencesel göndermelerinden, ölümü bize görülemeye sunmasından bu şiiri de özgürleştirmek, aşmak gerekmiyor mu? Bu thallassal (bahrî) ölüm diyarında gezinti nerede, hangi görüde vuku bulmaktadır? Bu “katman katman uzanan, dolanan”, kendi üzerine büklüm yapan nehirler tam olarak nerededir? Neden “bir nehir” değil de “birden fazla nehir” vardır? Nerden kaynaklanmaktadır bu nehirler, nereden dolmaktadır ve nereye akmaktadır, çağlamaktadır, kıpır kıpır, içinden veya üstünden “iki defa” bile geçilemez olan "tek defalık", "günübirlik" bu nehirler nerede akmaktadır ve nereye dökülmektedir suları, harfleri, sesleri?
Bu yerbilimsel, “ölüler diyarı” imgesi nasıl aşılabilir? Peki iyi bilinen Kantcı akılcı imge “règne de fins” (erekler ülkesi) bu imgeyi aşmakta ne kadar yol kat edebilmiştir, -Kant'ın bizatihi kendisi- bir rehber, bir “kayıkçı”, “karşı tarafa geçirici” veya “yolda bırakıcı” olarak? Bu soruların vahameti bir yana, daha mütevazı ama daha az dikkat çekmiş başka bir soruyla kapatacağım imge defterimi.
Soru şu: ‘Ölüler ülkesindeki bu ırmaklar beynimizin şimdi keşfettiğimiz dolambaçlarıdır” diye ironik (ama doğrulanması da yanlışlanması da olanaksız) bir mesaj mı vermeye çalışmıştır, örneğin (ötekiler arasında bir örnek olarak) Yunan "öte dünya" söylencesinde bir “yere” (topos) karşılık gelen “thalamus” sözcüğünü beyincikte bir topos’un adı olarak vaftiz eden geçen yüzyılın bilimsel –ve bilgece- söylencesi?
bilimsel söylenceler...
Evet soru şu: eski sözcüklerle nasıl yeni şeyler yapılabilir? Eski yüzyıllar üzerlerine düşenleri yaptılar, ve bize sözcükler, “harfler” bıraktılar. Görümüzü uyandırmak için vasıtalardı bunlar: kelimeler bizi öte tarafa götürmek ve öte taraf (mutlak dışarı veya mutlak içeri) konusunda düşündürmek için “rehber” (“passeur”; kayıkçı) idiler. Onlar eski kültürle “uzlaşı” (négotiation; pazarlık) aradılar. Kökten kopuşu gerçekleştirirken son imleri, belirtgeçleri de kullandılar: şimdi ise Eski Yunanca ve Latince sözcükler bilimsel terminolojide kullanıla kullanıla tükenmeseler de bir sınıra geldiler. Eski ilâh adları (alegoriler/ yerineler...) tükendi, “RU2”, vb. tarzı harflere ve sayılara mahkum edildi kültürümüz: Evrensel bir görü kaybı ve “Tinin” belki geri dönüşü olmayan “Felaketi” (dés-astre; yıldız-kopum), yani kopuşu da geri dönüşsüz bir şekilde hızlandı.
İşte ben de bir “bilim adamı” olacakken bu asrın bu felaketi tarafından durduruldum, şiir yazmaya koyuldum, görülerimin (thalamus visuel) ardından, kelimelerin peşinden, imgeleri delerek “katman katman uzanan, dolanan” kendi beynimin labirentlerinde dolanıyor, sonra da “thalamus” veya “hipothalamus” adı verilen kendi “oda mezarı”mda tekrar tekrar uykuya (nehre) dalıp unutuyorum, yeni hayallerle uyanıyorum.
“Sauve qui peut!”: “kurtar ki olabilsin!” veya “kaçan kurtulsun!” / Suriye'den veya Küçükpazar'daki Suriye Hamamı'ndan, veya hiçbir yerden, bu monattan “kaçış yok!”…
* Ya da Benjamin'in imgesini kullanırsak "sattığı şey kendisi olan satıcı" gibi... ("à la fois vendeur et la marchandise"= prostitué)
3.12.2012
Relation des relations
-J'ai eu une curieuse rencontre hier matin (le 1ère Decembre 2012) vers 9.30 dans un lieu sans identité -et sans idôle, mais d'un nouveau genre d'icône- , près d'aéroport Yesikeuy, avec Jean-Luc Marion (pour la première fois, rencontre très tardive...). Après avoir lui rapporté et le contenu et le contexte dans lequel j'ai analysé brusquement (sans l'intention préalable) son texte l'autre jour dans mon séminaire (le mercredi dernier, le 28 Nov.), article intitulé "Métaphysique et Phénoménologie: Un Relève pour la Théologie" (in Le Visible et le Révélé, Cerf, Paris, 2005)
(mon propos d'alors était "l'intention de dépassement de l'horizon indépassable de la dialéctique qui contredit cela même que'elle approuve" et le sien dans cet article: "élargissement des limites de la Métaphysique, en y comprennant celle de Kant, et même de Husserl, et sa détermination comme onto-théologie avec et à partir de Heidegger, et ce "nouveau Dieu" comme (et de) l'intuition (ou phénomène) saturée de la Phénoménologie -comme relève pour ... - donc il s'agissait non seulement de l'indépassabilité de la métaphysique, mais son devenir de "relais" pour la théologie),
je lui ai demandé s'il y a eu une "explication" (Aussandernsetsung) entre lui et Derrida, après ce que ce dernier avait écrit sur /Dieu sans l'être /de Marion, en avouant qu'il ne l'a pas lu plus tôt, dans "Comment ne pas en parler" dont j'ai fait la traduction turque (cf. Din Felsefesine Dair Okumalar, İz, 2012:
-Et il m'a repondu qu'il y a une rencontre et longue explication, éditée en livre De Surcroît.
-Et puis je lui ai demandé si Derrida avait la connaissance de le Théologie Négative dans ses premiers écrits. Il m'a repondu qu'il connaissait, comme chaque philosophe français, uniquement Maître Eckhart (dont il mentionne d'ailleurs dans "Qual/ Quelle" (in Marges) (le célèbre sentence "la source est le tourment" via Hegel, cf. l'Encyclopédie), et non pas -par contre- Pseudo-Denys..
-Je lui ai rappellé "/Sauf le Nom/" (de Derrida) où il analyse la "poésie" d'Angélus Silésius, après Heidegger: "la Rose est sans Pourquoi" (Principe de Raison)... (on a discuté l'antériorité de ce texte où Derrida lisait Silésius et écrivait ce petit livre (qui fait partie d'une série à trois: "Essai sur le Nom" dont j'ai traduit Passion, et rédacté les deux autres Chôra/et Sauf le Nom) pendant l'agonie de sa mêre, au chevet.
-Je lui ai demandé si ce Dieu suggéré par lui (lequel? sans guillemets, sans rature, sans idole, "sans l'avoir humilié avec les guillemets" selon ses propres mots écrits dans cet article, mais dans l'intuitus pleine ou saturé) est encore un Dieu "des philosophes et des académiciens" (mots de Pascal, cité par lui) , et si un simple et ordinaire chrétien peut s'y reconnaitre.
-Il m'a repondu (en affirmatif selon la grimace) que le rapport à Dieu dans le christianisme ne passe pas par la connaissance (Dieu in-vu, inn-oui), mais passe par la "charité"- rapport à autrui- (j'aime bien "/Cura/", "/Sorge/" d'où découle peut-être comme condition de son fondement "caritas": aller à l'autre avec les mains vides, avec "le creux des mains", je disais dans un texte dérobé)
-Je lui ai parlé rapidement du Soufisme et du Tassavvuf qui prévoyait (aussi: mais cet "aussi" n'est pas confirmé même -pas- par Derrida) un rapport au disciple (à l'instar de Denys dans /Hiérarchie Céléste/ dont Derrida relate la relation: celle du maître au disciple dans l'apostrôphe à Dieu, comme condition de "prière") comme un passage/moyen (plutôt une "protension" que "retension tercière", je dirais comme Stiegler) pour-et-dans rapport à Dieu. Il m'a repondu (simplement) quil ne le connait pas.
-Et (étant au froid glacé au dehors, en train de fumer sa pipe) il m'a dit qu'il faut qu'il aille maintenant (entré à la salle de Symposium) et il est disparu (break de discussion).
-Plus tard, on s'est croisé, moi étant en discussion chaleureuse avec Brossat, à qui je racontais ce que je n'ai pas pu raconté à Marion: voici en attachement cette relation, l'essence de mon investigation en "épokhé archéologique" de l'été dernier pendant lequel j'ai (découvert et) lu également ce texte ci-dessus mentionné de Marion...
http://herrselavy.blogspot.com/2012/10/daima-izin-izlerinde-and-me-after.html
(mais en turque pour l'instant)
PS. J'ai longement dévisagé cet homme qui n'a presque pas de ride, ni cheveux blancs, avec une papillon impeccable, dont l'âge, j'imaginais jusqu'alors, d'âge de Descartes (cf. /Ontologie Blanche/ /et/ /Grise de Descartes/), alors que Brossat et moi, "bons vivants", nous étions "gris".. Et Stiegler dont la technique philosophique est aussi méticuleuse et d'un rafinnement admirable, s'abimait "en crieur de catastrophe en amour d'humanité dont il suspecte le mot 'épongeux' en philosophie"...
(mon propos d'alors était "l'intention de dépassement de l'horizon indépassable de la dialéctique qui contredit cela même que'elle approuve" et le sien dans cet article: "élargissement des limites de la Métaphysique, en y comprennant celle de Kant, et même de Husserl, et sa détermination comme onto-théologie avec et à partir de Heidegger, et ce "nouveau Dieu" comme (et de) l'intuition (ou phénomène) saturée de la Phénoménologie -comme relève pour ... - donc il s'agissait non seulement de l'indépassabilité de la métaphysique, mais son devenir de "relais" pour la théologie),
je lui ai demandé s'il y a eu une "explication" (Aussandernsetsung) entre lui et Derrida, après ce que ce dernier avait écrit sur /Dieu sans l'être /de Marion, en avouant qu'il ne l'a pas lu plus tôt, dans "Comment ne pas en parler" dont j'ai fait la traduction turque (cf. Din Felsefesine Dair Okumalar, İz, 2012:
-Et il m'a repondu qu'il y a une rencontre et longue explication, éditée en livre De Surcroît.
-Et puis je lui ai demandé si Derrida avait la connaissance de le Théologie Négative dans ses premiers écrits. Il m'a repondu qu'il connaissait, comme chaque philosophe français, uniquement Maître Eckhart (dont il mentionne d'ailleurs dans "Qual/ Quelle" (in Marges) (le célèbre sentence "la source est le tourment" via Hegel, cf. l'Encyclopédie), et non pas -par contre- Pseudo-Denys..
-Je lui ai rappellé "/Sauf le Nom/" (de Derrida) où il analyse la "poésie" d'Angélus Silésius, après Heidegger: "la Rose est sans Pourquoi" (Principe de Raison)... (on a discuté l'antériorité de ce texte où Derrida lisait Silésius et écrivait ce petit livre (qui fait partie d'une série à trois: "Essai sur le Nom" dont j'ai traduit Passion, et rédacté les deux autres Chôra/et Sauf le Nom) pendant l'agonie de sa mêre, au chevet.
-Je lui ai demandé si ce Dieu suggéré par lui (lequel? sans guillemets, sans rature, sans idole, "sans l'avoir humilié avec les guillemets" selon ses propres mots écrits dans cet article, mais dans l'intuitus pleine ou saturé) est encore un Dieu "des philosophes et des académiciens" (mots de Pascal, cité par lui) , et si un simple et ordinaire chrétien peut s'y reconnaitre.
-Il m'a repondu (en affirmatif selon la grimace) que le rapport à Dieu dans le christianisme ne passe pas par la connaissance (Dieu in-vu, inn-oui), mais passe par la "charité"- rapport à autrui- (j'aime bien "/Cura/", "/Sorge/" d'où découle peut-être comme condition de son fondement "caritas": aller à l'autre avec les mains vides, avec "le creux des mains", je disais dans un texte dérobé)
-Je lui ai parlé rapidement du Soufisme et du Tassavvuf qui prévoyait (aussi: mais cet "aussi" n'est pas confirmé même -pas- par Derrida) un rapport au disciple (à l'instar de Denys dans /Hiérarchie Céléste/ dont Derrida relate la relation: celle du maître au disciple dans l'apostrôphe à Dieu, comme condition de "prière") comme un passage/moyen (plutôt une "protension" que "retension tercière", je dirais comme Stiegler) pour-et-dans rapport à Dieu. Il m'a repondu (simplement) quil ne le connait pas.
-Et (étant au froid glacé au dehors, en train de fumer sa pipe) il m'a dit qu'il faut qu'il aille maintenant (entré à la salle de Symposium) et il est disparu (break de discussion).
-Plus tard, on s'est croisé, moi étant en discussion chaleureuse avec Brossat, à qui je racontais ce que je n'ai pas pu raconté à Marion: voici en attachement cette relation, l'essence de mon investigation en "épokhé archéologique" de l'été dernier pendant lequel j'ai (découvert et) lu également ce texte ci-dessus mentionné de Marion...
http://herrselavy.blogspot.com/2012/10/daima-izin-izlerinde-and-me-after.html
(mais en turque pour l'instant)
PS. J'ai longement dévisagé cet homme qui n'a presque pas de ride, ni cheveux blancs, avec une papillon impeccable, dont l'âge, j'imaginais jusqu'alors, d'âge de Descartes (cf. /Ontologie Blanche/ /et/ /Grise de Descartes/), alors que Brossat et moi, "bons vivants", nous étions "gris".. Et Stiegler dont la technique philosophique est aussi méticuleuse et d'un rafinnement admirable, s'abimait "en crieur de catastrophe en amour d'humanité dont il suspecte le mot 'épongeux' en philosophie"...
ORONTES
mais où est Orontes,
fleuve qui coule vers Hadès?
et comment négocier avec
son passeur?
d'où prend Orontes
et vers où donne
son nom nuptial,
sinon d'Abendland?
Vers une embouchure
de marais noir
jamais entamé
d'un hymne
hymène des morts...
hymène de mots...
silence sur leur bouche
vers l'ouverture (embouchure)
de bouche pleine de terres
/ lettres...
gorges profondes de Lethé
et épaisseur des nuits
sans fond
ton nom est d'un sommeil
jamais nommé
toi et toi
de toi Néptune
et de toi Jupiter...
le 2 Décembre 2012
fleuve qui coule vers Hadès?
et comment négocier avec
son passeur?
d'où prend Orontes
et vers où donne
son nom nuptial,
sinon d'Abendland?
Vers une embouchure
de marais noir
jamais entamé
d'un hymne
hymène des morts...
hymène de mots...
silence sur leur bouche
vers l'ouverture (embouchure)
de bouche pleine de terres
/ lettres...
gorges profondes de Lethé
et épaisseur des nuits
sans fond
ton nom est d'un sommeil
jamais nommé
toi et toi
de toi Néptune
et de toi Jupiter...
le 2 Décembre 2012
22.11.2012
LES ETOILES DANS LE CIEL / Gökte Yıldızlar
LES ETOILES DANS LE CIEL
Alors, comment sont-elles devenues, les étoiles? Dans toutes les nations, de tout temps, on s’est interrogé sur la naissance des étoiles, sur leurs devenirs. Comment, en effet, sont-elles devenues? Et devenues ce qu’elles sont aujourd’hui? Leurs généalogies ont occupée les premiers hommes.
Dans un caverne, en ruppestre, comme on voit ici, il y a un dessin très curieux, gravé sur le mur: Un certain célèste chacal est en train de polluer un être célèste, féminin; magnifiquement dessiné…
On voit sur le fond du ciel le devenir des étoiles, les étages célèstes, selon leurs intensités, s’évoluant sur le fond du ciel, dans une telle disparité.
Voilà, quand on se condense à voir le ciel noir, on verra forcement le devenir des étoiles. Elles sont en train de devenir, de tout temps et même aujourd’hui.
Voilà, il y a une autre légende egyptienne, bien connu. Là, on voit sur un papyrus, ou plutôt une sorte de palimseste… Quand on examine avec les machines puissantes, on voit derrier un autre dessin. Voilà, on voit ici très clairement l’acte de pollution. Ce sont des étoiles, qui sont là.
Et voilà. Mais il y a un autre dessin, encore plus curieux. On voit maintenant, voilà: On voit ici trois personnages dont la féminine est très curieuse d’ailleurs, assistée par une autre personnage féminine. Mais l’acte que l’on voit n’est pas très normal, mais dans ces temps-là, c’est d’habitude apparemment. Voilà ce que je veux montrer c’est le derrière du desin, on voit là un autre desin. Vous voyez ça: la scène se répéte, se redouble.
On voit ici le devenir des étoiles, selon les autres peintres. Ils dessinnent toujours en analogie avec l’acte sexuelle. Voilà, ce sont des devenirs, des passages, des passages à l’acte des étoiles. Mais vers la fin, on va voir exactement la naissance des étoiles sur le fond du ciel, dans les profondeurs du cosmos. L’acte se répète de tout temps. Mais on commence quand même appercevoir le devenir des étoiles là. Et elles sont brillantes. Et c’est une acte cruelle comme dans les légendes. Et le devenir est assez visible maintenant. Voilà, et le ciel noir. L’acte se répète toujours dans le ciel selon l’intensité et selon –disons- la disparité, mais selon une logique quand même.
On voit ici le grand ours et le petit ours aussi. Les grecs aussi les ont nommé ainsi. C’est curieux: de tout temps, les gens regardent au ciel et s’étonnent. Ils regardent au devenir, mais curieusement eux-aussi, ils sont aussi en train de devenir, comme des étoiles; même [ils deviennent] les étoiles à part entier. Voilà l’acte de regarder accompagne toujours la naissance. Et c’est ça la généalogie toujours renaissante. Regarder les étoiles avec étonnement -enfantin- en espérant voir la naissance, le moment même, exactement, de la naissance des étoiles. Plusieurs étoiles: par définition, elles sont plusieurs. Voilà, la curiosité accompagne toujours la naissance, et la généalogie est curieuse, les dessins aussi. Et on est encore dans le caverne; et on regard, pas à la naissance même, mais à ses reflets, et à sa répétition indéfinie…
Voilà c’est assez curieux et amusant. Et l’acte se commémore, si l’on peut dire, dans les autres parties du cosmos. Et ça se répète, ça se commémore, et non pas comme chez les egyptiens en fait, d’une manière religieuse. Mais un certain rituel se continue, accompagné toujours de l’étonnement, du regard, et de l’envie de toucher cette naissance qui n’est pas de l’ordre du toucher: c’est intangible, impossible à toucher. Mais l’acte de regarder essaie de révéler [rélever] cette impossibilité.
Alors, comment sont-elles devenues, les étoiles? Dans toutes les nations, de tout temps, on s’est interrogé sur la naissance des étoiles, sur leurs devenirs. Comment, en effet, sont-elles devenues? Et devenues ce qu’elles sont aujourd’hui? Leurs généalogies ont occupée les premiers hommes.
Dans un caverne, en ruppestre, comme on voit ici, il y a un dessin très curieux, gravé sur le mur: Un certain célèste chacal est en train de polluer un être célèste, féminin; magnifiquement dessiné…
On voit sur le fond du ciel le devenir des étoiles, les étages célèstes, selon leurs intensités, s’évoluant sur le fond du ciel, dans une telle disparité.
Voilà, quand on se condense à voir le ciel noir, on verra forcement le devenir des étoiles. Elles sont en train de devenir, de tout temps et même aujourd’hui.
Voilà, il y a une autre légende egyptienne, bien connu. Là, on voit sur un papyrus, ou plutôt une sorte de palimseste… Quand on examine avec les machines puissantes, on voit derrier un autre dessin. Voilà, on voit ici très clairement l’acte de pollution. Ce sont des étoiles, qui sont là.
Et voilà. Mais il y a un autre dessin, encore plus curieux. On voit maintenant, voilà: On voit ici trois personnages dont la féminine est très curieuse d’ailleurs, assistée par une autre personnage féminine. Mais l’acte que l’on voit n’est pas très normal, mais dans ces temps-là, c’est d’habitude apparemment. Voilà ce que je veux montrer c’est le derrière du desin, on voit là un autre desin. Vous voyez ça: la scène se répéte, se redouble.
On voit ici le devenir des étoiles, selon les autres peintres. Ils dessinnent toujours en analogie avec l’acte sexuelle. Voilà, ce sont des devenirs, des passages, des passages à l’acte des étoiles. Mais vers la fin, on va voir exactement la naissance des étoiles sur le fond du ciel, dans les profondeurs du cosmos. L’acte se répète de tout temps. Mais on commence quand même appercevoir le devenir des étoiles là. Et elles sont brillantes. Et c’est une acte cruelle comme dans les légendes. Et le devenir est assez visible maintenant. Voilà, et le ciel noir. L’acte se répète toujours dans le ciel selon l’intensité et selon –disons- la disparité, mais selon une logique quand même.
On voit ici le grand ours et le petit ours aussi. Les grecs aussi les ont nommé ainsi. C’est curieux: de tout temps, les gens regardent au ciel et s’étonnent. Ils regardent au devenir, mais curieusement eux-aussi, ils sont aussi en train de devenir, comme des étoiles; même [ils deviennent] les étoiles à part entier. Voilà l’acte de regarder accompagne toujours la naissance. Et c’est ça la généalogie toujours renaissante. Regarder les étoiles avec étonnement -enfantin- en espérant voir la naissance, le moment même, exactement, de la naissance des étoiles. Plusieurs étoiles: par définition, elles sont plusieurs. Voilà, la curiosité accompagne toujours la naissance, et la généalogie est curieuse, les dessins aussi. Et on est encore dans le caverne; et on regard, pas à la naissance même, mais à ses reflets, et à sa répétition indéfinie…
Voilà c’est assez curieux et amusant. Et l’acte se commémore, si l’on peut dire, dans les autres parties du cosmos. Et ça se répète, ça se commémore, et non pas comme chez les egyptiens en fait, d’une manière religieuse. Mais un certain rituel se continue, accompagné toujours de l’étonnement, du regard, et de l’envie de toucher cette naissance qui n’est pas de l’ordre du toucher: c’est intangible, impossible à toucher. Mais l’acte de regarder essaie de révéler [rélever] cette impossibilité.
narration-synopsis d'un film de Mysterique:
Libellés :
allégorie de caverne,
mağara alegorisi,
peinture ruppestre
17.10.2012
Gothic Curiosities
16.10.2012
Daima İz'in izlerinde... (and me after...)
Daima iz’in izlerinde…
Always on the traces of trace…
(and me after…)
Metropolitan Arşivi için teşekkürler. “Garb Seferim” için çok faydalı oldu…
Saint-Denis Bazilikası’nı araştırmakla başladım okumalara; Suger and Saint Denis (1986, Metropolitan, N.Y.) adlı kitapta iki önemli makale göze çarpıyor; okumaya başladığım ilki (B) ikonografik, diğeri ise (A) felsefi-teolojik bir yaklaşım, ikisi birbirlerini tamamlıyor, aydınlatıyor:
A –“Suger, Theology, and the Pseudo-Dionysian Tradition”, Grover A. Zinn, Jr.
B –“The Lateral Portals of the West Facade of the Abbey Church of Saint-Denis: Archaeological and Iconographic Considerations”, Pamela Z. Blum...
Bunlara bir üçüncü, Hesperia’dan arkeolojik bir makale de eklendiğinde konunun tam bir görünümüne sahip olunabiliyor:
C- “THE CHURCH OF ST. DIONYSIOS THE AREOPAGITE AND THE PALACE OF THE ARCHBISHOP OF ATHENS IN THE 16TH”, JOHN TRAVLOS AND ALISON FRANTZ, Hesperia, XXXIV, 3
1984-85 kış aylarında gezmiştim ilk kez; "Saint-Denis, Paris-VIII Üniversitesi'ne ilk başladığım yıllardı... Şehir yenileştirme politikaları öncesi, Edit Piaf'tan kalmış, veremli, hayalet bir kent görünümündeydi Bazilika çevresi... 10. yy.’dan beri bütün Fransız Kralları o bazilikaya gömülü: Saint-Denis bütün Fransa’nın kurucu/ koruyucu “patronu”...
Pseudo-Dionysius, diğer adıyla Denys the Areopagite'in (John Scotus Eruigena –Peri Physeon- tarafından çevrildi ve onu Hugh, Suger okuyabiliyordu) teolojisine göre bezenmiş bazilika... Kapı rölyefleri geçirdiği onarımlarla ve Devrim günleriyle bazı “ilmi kayıplara” uğramış...
Ben de J.Derrida'nın "How can awoid to speak"ini çevirirken ilgilenmiştim Denys'nin "negatif ilahiyatı"yla... (Bkz.“Nasıl Konuşmazlık edebiliriz?”, Din Felsefesine Dair Okumalar, Der. Recep Alpyagıl, 2012, İz yayıncılık)
B-
İkonograf incelemede üç figür ilgimi çekti: Bir iğva sahnesi…
-Priest (rahip)
-Sponsor (iğvaya aracılık eden “sorumlu”, daha önce iğva olmuş)
-Candidate (yeni, aday, novis, acemi, çırak)
Tarihçi Georges Duby: Bu ilişkiyi “göksel hiyerarşinin insan ilişkilerinde devamı” olarak okuyor… Bu söylenebilecek asgari şey, ama “nasıl?”… Denys’nin “Göksel Hiyerarşi” (Hiérarchie Céléste) eserine bakmak lazım. Bu hiyerarşi modeli üzerinden, Capetian hanedanlığı, Suger adlı bir başrahip (Abbey) ve elinin altında Duns Scotius tarafından bir çevirisine sahip olduğu Denys’nin eseri vasıtasıyla Fransız taşrası (hinterland’ı, “Franklar” adı verilen insan tarhı) bu ruhban öğretisi temelinde toparlanıp bir Devlet (sponsor; yani spondere’ye muktedir, responsable –bir medium veya bir simulacrum olarak Devlet) olma yoluna giriyor.
Hristiyan ikonografisinde (zaten onun tarihi ve oluşumundan bahsediyoruz: varlığın ve zamanın “ikon”larından…) “vaftiz” bu “giriş”i resmetmek için uygun bir vasıta, medium, “simulacra”:
“İmmersion” (“triple immersions: threefold signifie: dying, renouncement and rebirth”); yani, Suya batırılma sahnesi (“Batı cephesi”, s.216):
“Sponsor”, “aday”ı arkadan iki eliyle tutarak kaldırıp bir yere bırakır (suya daldırır) gibi: Vecd hali yüzlerinden belli oluyor. Sağ el bedeni üstten tam kavramış, ancak sol el adayın (eski Yunanlılar’da Site hayatında “iddia sahibi” –prétendant” idi bunun adı, yani “sivil topluma”, kamu hayatına aday olan herhangi bir genç) kalbi hizasında simgesel bir işaret yapıyor: “işaret ve orta, iki parmağın bitiştirildiği kutsama” işareti…
“2 fingers or 3 fingers” problemi ortaya çıkıyor. İğva’nın hangi aşamasındayız? “Second step of initiation” (?) dammaged by restauration; “impossible to speak without speculation” diyor Pamela Blum,
Zinn, daha önce Derrida’nın makalesinde ayrıntılı olarak işlediği konulara kısaca değiniyor (Panofski’nin bazı “karışıklıklara” dikkat çekiyor)
Önemli nokta, “görünmez dünya” (göksel) ile “görünür dünya” (mundana mundo) arasında aracılık rolü yapacak “simulacra”ların tayini meselesi…
Sanki kolayca ayır edilebilirmiş gibi iki ilahiyat arasında bir ayrım yapılıyor:
-“Mundana Theologia qui utilise les simulacrum de la nature” ve
-“Divine theologia qui utilise les simulacrum de la Grâce (the humanity of Word –Logos-) pour rendre visible les choses invisibles. “God is manifest in both simulacra” p.35 (cf. G.Zinn)
Hugh of Saint-Victor’un “excitata” kavramından söz etmesi ve “transfero” (“rise up” and “translating and interpretation of a word or a phrase” also in Eriugena Duns Scotus, s. 36-37) ile ilişkilendirmesi de önemli ipuçları sunuyor.
“The human mind [with “excitata”] ascends from visible beauty to invisible beauty”…
Öte yandan bilim (yorumbilgisi) durmuyor ve uyumak istemiyor.
Paris civarındaki –Gotik sanatın ilk örneği olarak kabul edilen- bu Bazilika neden Denys’nin kozmo-teolojisi üzerinden (Scotus’un çevirisi aracılığıyla) inşa edildi? Suger, kurucu iktidarı için bir aziz’e ihtiyaç duyuyordu, Saint-Denis, eski “Sözde-Dionysius”un metinlerini sahiplendi, kendisini sanki Atina’dan geliyormuş gibi, Aziz Pavlus’dan el almış, 3. yy.’daki Dionysos ile özdeşleştirdi: bu kadar karışıklık onun Orta Çağda (12.yy) aziz olması için yeterliydi.
Peki bu metinleri (Hiérarchie Céléstre /Göksel Hiyerarşi) kim yazmıştı? Açıkça taze hrisitiyan (Plotinus) Neo-platonculuk etkisindeki bu metinleri ne Paris’in patronu Saint-Denis (ne tabii ki çevrimeni Dun Scotus) ne de –hatta- Atina’da Akropol’de adına bir archi-bishop kilisesi olan Dionysos Areophagite yazmıştı.
Bu metinlerin “bilinmeyen bir Suriyeli” (“A.D. 500 by an unknown Syrian”) tarafından yazılmış olabileceği düşünülüyor; ancak bu metinlerin tek bir yazarı olmayıp, yazılan metinler, Dionysos Areopagite “özel ismi” altında toparlanıyordu: Duns Scotus’un da “görünmez gerçeklikler dünyası” hakkında, belki “varlık” hakkında Heidegger’i de doğrudan esinleyecek felsefesi için kaynak: bu karma yazarlı metinlerdi.
(Belki de Nietzsche boşuna not düşmemişti “Dionysos” –isim benzerliği olan diğeri- ve “Çarmıha gerili İsa” arasındaki analojiye, Ecce Homo’da… Bu isim benzerlikleri, "özel isim" etrafında dönenler belki de yeterince ciddiye alınmıyor)
Gelelim, yaklaşık 3.yy.’da yaşamış olacağı düşünülen hem Atina ilk-hristiyanlığının hem de bütün Orodoks dünyasının kurucu azizi Dionysos’a (“sözde Dionysos” sıfatını acaba ona Atinalı paganlar mı takmıştı?): Kendisi’ni (Paris’teki mi?), Pavlus’un pagan Atina’yı talihsiz ("disappointing") ziyaretinde ilk hristiyan olanlardan olarak tanıtması da bu spekülasyonlara renk katacaktır. Atina’da gerektiği gibi, hristiyanca şehit edildiği zaman evi yakınlarında Pavlus’un görüldüğü/ belirdiği de bu tarz rivayetler arasında yer bulmuştur (bkz. C).
Elde tek olgusal veri Akropol’deki Dionysos kilisesi kalıntılarıdır (ancak arkeologların “hata payı” inanılmaz: “Its date, however, remained enigmatic, having been variously attributed to the 7th, 9th and 17th centuries”. Papalık (Innocent) 12. yy.’da böyle bir kilisenin varlığından yeri tarif etmeden söz eder. Ancak 15. yy.da bir grup gezileri sırasında burayı keşfetmiş ve Dionysos kalıntılarının kopyalarını yapmıştır (Syriacus of Ancona, 1436). 17.-18. yüzyıllarda seyyahlar buralardan kalanları görmüşlerdir. Bilimsel araştırmalar ise American School of Classical Studies’in Atina’ya yerleşmeleriyle 1934’de başlamış, sonra da 60’lı yıllarda devam etmiştir.
Ancak, Atinalı Dionysos ile Parisli Saint-Denis arasında bağ gizemini (metempsikoz gibi) korumaktadır. Tek arkeolojik pist (C’nin yazarlarının zikrettği ama yorumlamadığı), 12yy.’ın Franklarına (Louis IX ve Alphonse de Poitier) ait bir takım sikkelerin Akropol’de Dionysos kilisesi etrafında bulunmuş olmasıdır. Haçlı seferleri için gelen Franklar tarafından “bırakıldığı” düşünülebilir. “Göksel Hiyerarşi” metninin ilk kopyaları ve derlenme süreci konusunda bir ilerleme sağlandığı takdirde, bu “fikir veya ruh göçü” meselesi daha iyi anlaşılabilecektir.
Bütün bunlar arkeolojik merak olması ötesinde daha derin bir gerçeği okumamıza yardımcı olabilir: Bu da Pavlus zamanındaki Atina’yı hayalimizde canlandırıp havarinin “Acts”larını okumaktan geçer. Dionysos, Pavlus’un bu sarsıcı ziyaretinden sonra çetin bir soru ile karşılaşmış olmalı:
Pavlus’un gelip bıraktığı bu yeni görünmez Tanrı da nedir?
Dionysos’un meselesi şu olsa gerekti: “Yunan ruhuna ve varlık-sanat anlayışına uymayan bu Tanrı ile nasıl Yunanlıları uzlaştırabilirim -daha da önemlisi, Yunanlıları kendi aralarında nasıl uzlaştırabilirim, göksel hiyerarşiden geçerek?" İşte o’na atfedilen metinlerin yazılma ve bir (new) “order”ın kurulma süreci böyle başlamıştır…
Bu metin(ler) belki de hala, Scotus, Heidegger, belki Jean-Luc Marion, Derrida aracılığıyla “çevrilip yorumlanmakta” (transfero) ve yazılmaktadır: “excitata” olduğu sürece de “varlık” [ayr(ı)am] izleri izleyerek iz bırakmakta, ama kimi zaman da bıraktığı izlerde –en azından arkeologlar için- pek de “özenli” davranmamakta, izleri silerek, pistleri çoğaltıp karmaşıklaştırmaktadır.
Always on the traces of trace…
(and me after…)
Metropolitan Arşivi için teşekkürler. “Garb Seferim” için çok faydalı oldu…
Saint-Denis Bazilikası’nı araştırmakla başladım okumalara; Suger and Saint Denis (1986, Metropolitan, N.Y.) adlı kitapta iki önemli makale göze çarpıyor; okumaya başladığım ilki (B) ikonografik, diğeri ise (A) felsefi-teolojik bir yaklaşım, ikisi birbirlerini tamamlıyor, aydınlatıyor:
A –“Suger, Theology, and the Pseudo-Dionysian Tradition”, Grover A. Zinn, Jr.
B –“The Lateral Portals of the West Facade of the Abbey Church of Saint-Denis: Archaeological and Iconographic Considerations”, Pamela Z. Blum...
Bunlara bir üçüncü, Hesperia’dan arkeolojik bir makale de eklendiğinde konunun tam bir görünümüne sahip olunabiliyor:
C- “THE CHURCH OF ST. DIONYSIOS THE AREOPAGITE AND THE PALACE OF THE ARCHBISHOP OF ATHENS IN THE 16TH”, JOHN TRAVLOS AND ALISON FRANTZ, Hesperia, XXXIV, 3
1984-85 kış aylarında gezmiştim ilk kez; "Saint-Denis, Paris-VIII Üniversitesi'ne ilk başladığım yıllardı... Şehir yenileştirme politikaları öncesi, Edit Piaf'tan kalmış, veremli, hayalet bir kent görünümündeydi Bazilika çevresi... 10. yy.’dan beri bütün Fransız Kralları o bazilikaya gömülü: Saint-Denis bütün Fransa’nın kurucu/ koruyucu “patronu”...
Pseudo-Dionysius, diğer adıyla Denys the Areopagite'in (John Scotus Eruigena –Peri Physeon- tarafından çevrildi ve onu Hugh, Suger okuyabiliyordu) teolojisine göre bezenmiş bazilika... Kapı rölyefleri geçirdiği onarımlarla ve Devrim günleriyle bazı “ilmi kayıplara” uğramış...
Ben de J.Derrida'nın "How can awoid to speak"ini çevirirken ilgilenmiştim Denys'nin "negatif ilahiyatı"yla... (Bkz.“Nasıl Konuşmazlık edebiliriz?”, Din Felsefesine Dair Okumalar, Der. Recep Alpyagıl, 2012, İz yayıncılık)
B-
İkonograf incelemede üç figür ilgimi çekti: Bir iğva sahnesi…
-Priest (rahip)
-Sponsor (iğvaya aracılık eden “sorumlu”, daha önce iğva olmuş)
-Candidate (yeni, aday, novis, acemi, çırak)
Tarihçi Georges Duby: Bu ilişkiyi “göksel hiyerarşinin insan ilişkilerinde devamı” olarak okuyor… Bu söylenebilecek asgari şey, ama “nasıl?”… Denys’nin “Göksel Hiyerarşi” (Hiérarchie Céléste) eserine bakmak lazım. Bu hiyerarşi modeli üzerinden, Capetian hanedanlığı, Suger adlı bir başrahip (Abbey) ve elinin altında Duns Scotius tarafından bir çevirisine sahip olduğu Denys’nin eseri vasıtasıyla Fransız taşrası (hinterland’ı, “Franklar” adı verilen insan tarhı) bu ruhban öğretisi temelinde toparlanıp bir Devlet (sponsor; yani spondere’ye muktedir, responsable –bir medium veya bir simulacrum olarak Devlet) olma yoluna giriyor.
Hristiyan ikonografisinde (zaten onun tarihi ve oluşumundan bahsediyoruz: varlığın ve zamanın “ikon”larından…) “vaftiz” bu “giriş”i resmetmek için uygun bir vasıta, medium, “simulacra”:
“İmmersion” (“triple immersions: threefold signifie: dying, renouncement and rebirth”); yani, Suya batırılma sahnesi (“Batı cephesi”, s.216):
(en sol köşede altta ve en sağ alt köşedeki figürler:) |
“Sponsor”, “aday”ı arkadan iki eliyle tutarak kaldırıp bir yere bırakır (suya daldırır) gibi: Vecd hali yüzlerinden belli oluyor. Sağ el bedeni üstten tam kavramış, ancak sol el adayın (eski Yunanlılar’da Site hayatında “iddia sahibi” –prétendant” idi bunun adı, yani “sivil topluma”, kamu hayatına aday olan herhangi bir genç) kalbi hizasında simgesel bir işaret yapıyor: “işaret ve orta, iki parmağın bitiştirildiği kutsama” işareti…
“2 fingers or 3 fingers” problemi ortaya çıkıyor. İğva’nın hangi aşamasındayız? “Second step of initiation” (?) dammaged by restauration; “impossible to speak without speculation” diyor Pamela Blum,
“impossible also to avoid to speak on”
(“konuşmazlık etmek de imkansız”) diyoruz biz…
[Pamela Blum speaks after Sumner McK’s archeologicals investigations on Basilic; Suger, after the traduction of Duns Scotus, and me after Derrida’s article that I have allready translated…
Une bonne chaîne de “spondere”, des “repondants”…]
A-
Önemli nokta, “görünmez dünya” (göksel) ile “görünür dünya” (mundana mundo) arasında aracılık rolü yapacak “simulacra”ların tayini meselesi…
Sanki kolayca ayır edilebilirmiş gibi iki ilahiyat arasında bir ayrım yapılıyor:
-“Mundana Theologia qui utilise les simulacrum de la nature” ve
-“Divine theologia qui utilise les simulacrum de la Grâce (the humanity of Word –Logos-) pour rendre visible les choses invisibles. “God is manifest in both simulacra” p.35 (cf. G.Zinn)
Hugh of Saint-Victor’un “excitata” kavramından söz etmesi ve “transfero” (“rise up” and “translating and interpretation of a word or a phrase” also in Eriugena Duns Scotus, s. 36-37) ile ilişkilendirmesi de önemli ipuçları sunuyor.
“The human mind [with “excitata”] ascends from visible beauty to invisible beauty”…
(diğer cephede de benzer iğva sahneleri)
C-
Öte yandan bilim (yorumbilgisi) durmuyor ve uyumak istemiyor.
Paris civarındaki –Gotik sanatın ilk örneği olarak kabul edilen- bu Bazilika neden Denys’nin kozmo-teolojisi üzerinden (Scotus’un çevirisi aracılığıyla) inşa edildi? Suger, kurucu iktidarı için bir aziz’e ihtiyaç duyuyordu, Saint-Denis, eski “Sözde-Dionysius”un metinlerini sahiplendi, kendisini sanki Atina’dan geliyormuş gibi, Aziz Pavlus’dan el almış, 3. yy.’daki Dionysos ile özdeşleştirdi: bu kadar karışıklık onun Orta Çağda (12.yy) aziz olması için yeterliydi.
Peki bu metinleri (Hiérarchie Céléstre /Göksel Hiyerarşi) kim yazmıştı? Açıkça taze hrisitiyan (Plotinus) Neo-platonculuk etkisindeki bu metinleri ne Paris’in patronu Saint-Denis (ne tabii ki çevrimeni Dun Scotus) ne de –hatta- Atina’da Akropol’de adına bir archi-bishop kilisesi olan Dionysos Areophagite yazmıştı.
Bu metinlerin “bilinmeyen bir Suriyeli” (“A.D. 500 by an unknown Syrian”) tarafından yazılmış olabileceği düşünülüyor; ancak bu metinlerin tek bir yazarı olmayıp, yazılan metinler, Dionysos Areopagite “özel ismi” altında toparlanıyordu: Duns Scotus’un da “görünmez gerçeklikler dünyası” hakkında, belki “varlık” hakkında Heidegger’i de doğrudan esinleyecek felsefesi için kaynak: bu karma yazarlı metinlerdi.
(Belki de Nietzsche boşuna not düşmemişti “Dionysos” –isim benzerliği olan diğeri- ve “Çarmıha gerili İsa” arasındaki analojiye, Ecce Homo’da… Bu isim benzerlikleri, "özel isim" etrafında dönenler belki de yeterince ciddiye alınmıyor)
Gelelim, yaklaşık 3.yy.’da yaşamış olacağı düşünülen hem Atina ilk-hristiyanlığının hem de bütün Orodoks dünyasının kurucu azizi Dionysos’a (“sözde Dionysos” sıfatını acaba ona Atinalı paganlar mı takmıştı?): Kendisi’ni (Paris’teki mi?), Pavlus’un pagan Atina’yı talihsiz ("disappointing") ziyaretinde ilk hristiyan olanlardan olarak tanıtması da bu spekülasyonlara renk katacaktır. Atina’da gerektiği gibi, hristiyanca şehit edildiği zaman evi yakınlarında Pavlus’un görüldüğü/ belirdiği de bu tarz rivayetler arasında yer bulmuştur (bkz. C).
Elde tek olgusal veri Akropol’deki Dionysos kilisesi kalıntılarıdır (ancak arkeologların “hata payı” inanılmaz: “Its date, however, remained enigmatic, having been variously attributed to the 7th, 9th and 17th centuries”. Papalık (Innocent) 12. yy.’da böyle bir kilisenin varlığından yeri tarif etmeden söz eder. Ancak 15. yy.da bir grup gezileri sırasında burayı keşfetmiş ve Dionysos kalıntılarının kopyalarını yapmıştır (Syriacus of Ancona, 1436). 17.-18. yüzyıllarda seyyahlar buralardan kalanları görmüşlerdir. Bilimsel araştırmalar ise American School of Classical Studies’in Atina’ya yerleşmeleriyle 1934’de başlamış, sonra da 60’lı yıllarda devam etmiştir.
Ancak, Atinalı Dionysos ile Parisli Saint-Denis arasında bağ gizemini (metempsikoz gibi) korumaktadır. Tek arkeolojik pist (C’nin yazarlarının zikrettği ama yorumlamadığı), 12yy.’ın Franklarına (Louis IX ve Alphonse de Poitier) ait bir takım sikkelerin Akropol’de Dionysos kilisesi etrafında bulunmuş olmasıdır. Haçlı seferleri için gelen Franklar tarafından “bırakıldığı” düşünülebilir. “Göksel Hiyerarşi” metninin ilk kopyaları ve derlenme süreci konusunda bir ilerleme sağlandığı takdirde, bu “fikir veya ruh göçü” meselesi daha iyi anlaşılabilecektir.
Bütün bunlar arkeolojik merak olması ötesinde daha derin bir gerçeği okumamıza yardımcı olabilir: Bu da Pavlus zamanındaki Atina’yı hayalimizde canlandırıp havarinin “Acts”larını okumaktan geçer. Dionysos, Pavlus’un bu sarsıcı ziyaretinden sonra çetin bir soru ile karşılaşmış olmalı:
Pavlus’un gelip bıraktığı bu yeni görünmez Tanrı da nedir?
(“unknown God”)
Dionysos’un meselesi şu olsa gerekti: “Yunan ruhuna ve varlık-sanat anlayışına uymayan bu Tanrı ile nasıl Yunanlıları uzlaştırabilirim -daha da önemlisi, Yunanlıları kendi aralarında nasıl uzlaştırabilirim, göksel hiyerarşiden geçerek?" İşte o’na atfedilen metinlerin yazılma ve bir (new) “order”ın kurulma süreci böyle başlamıştır…
Bu metin(ler) belki de hala, Scotus, Heidegger, belki Jean-Luc Marion, Derrida aracılığıyla “çevrilip yorumlanmakta” (transfero) ve yazılmaktadır: “excitata” olduğu sürece de “varlık” [ayr(ı)am] izleri izleyerek iz bırakmakta, ama kimi zaman da bıraktığı izlerde –en azından arkeologlar için- pek de “özenli” davranmamakta, izleri silerek, pistleri çoğaltıp karmaşıklaştırmaktadır.
13.10.2012
LA DECONSTRUCTION AUTOURS D’UNE TASSE DE CAFE
1- La déconstruction commence (commence-t-elle?) toujours par la cousine
Ad déréchef iterum…
2- D’abord une tasse (une “tasse”) ou plusieurs tasses?
3- Les intérieurs -jours ajournés- d’une “tasse” forcément matinale /vaginale
4- Etat des “tasses”; de “tas de tasses”; et leurs rapports obliques l’une à l’autre;
à l’aûne, n’allons par par quatre chemins…
5- Dès qu’on commence, viginité entamée de “tas” de travail…
6- Non pas l’alignement catégorique; mais séries métonymiques;
toujours manquant dans (à) la chaîne des signifiants…
7- Virginité extérieur, sombre, obvieusement mâle de ce qu’on apelle “tasses”
(surface de répétion résistant à la différance)
8- Eclatement inoui: “éclat” de voix (féminine) arrivant au phénomène majeur:
Surprise de l’événement sans Concept…
9- Sombre disposition des “tasses”: dispositif mâle:
redressement de la chaîne de signifiante…
10- L’intérieur virginal (matinal) de l’événement interrompu laisse sa trace sur la surface de répétion (mâle):
L’origine du Mal interminable…
11- Fin sans Finalité; Fin feinte! Fin “fine”…(“la fin est le commencement, et le commencement est la fin” –Hegel):
Brûlure, cendres…
12- Et “un tas de tasses” comme trace archivale (archi-archivique)…
12- Vieillesse plus vieille que la vieillesse:
une incurable “tasse de café” comme supplément à l’oublie (pharmacon):
(un tas archi-supplémentaire)…
13- Ecritures (devenues illisibles): ô enfance de l’homme, toujours oublieuse…
14- L’écriture, lecture, la méthode: un tas de lecture n’abolira jamais le hasard
(pensée: pur-impure noesis)
15- Récueil et le rassemblement: (Verslammung, Einsamkeit)
Une ou plusieur fenêtres? Sinagoge, monadique, monastrielle ou esseulée musulmane?
16- Jamais la distraction ne se distrairait de plus beau…
Oublieuse mémoire des jours ajournés…
17- Le plus beau lieu de récueil (Bursa, Ulu Mosqué, déconstruite),
peuplé des idées (devenues enfin) visibles…
18- Sortie du caverne: enfance du Temple (à jamais intedit de construire)
19- Les classes et les bibliothèques désertées…
20- L’idée est devenue visible dans la marre d’une tasse de café (pharmacon)…
21- Quel avenir pour l’image (icône) de l’étérnité (de l’universel, de l’universalité et de l’université)?...
Une chaîne de signifiance ou un “chêne” de l’arbre généalogique?
22- Maison d’écriture (d’éthicité –Sittlichkeit) déconstruite…
Beyt-ül Hat ou Muallakat?
23- “La nature est la pensée visible” ("Doğa görülebilir düşüncedir")
(synopsis synoptique du film du même titre; la déconstruction en 23 images et en 7 minutes et quelques secondes, le 12 Octobre 2012)
Ad déréchef iterum…
2- D’abord une tasse (une “tasse”) ou plusieurs tasses?
3- Les intérieurs -jours ajournés- d’une “tasse” forcément matinale /vaginale
4- Etat des “tasses”; de “tas de tasses”; et leurs rapports obliques l’une à l’autre;
à l’aûne, n’allons par par quatre chemins…
5- Dès qu’on commence, viginité entamée de “tas” de travail…
6- Non pas l’alignement catégorique; mais séries métonymiques;
toujours manquant dans (à) la chaîne des signifiants…
7- Virginité extérieur, sombre, obvieusement mâle de ce qu’on apelle “tasses”
(surface de répétion résistant à la différance)
8- Eclatement inoui: “éclat” de voix (féminine) arrivant au phénomène majeur:
Surprise de l’événement sans Concept…
9- Sombre disposition des “tasses”: dispositif mâle:
redressement de la chaîne de signifiante…
10- L’intérieur virginal (matinal) de l’événement interrompu laisse sa trace sur la surface de répétion (mâle):
L’origine du Mal interminable…
11- Fin sans Finalité; Fin feinte! Fin “fine”…(“la fin est le commencement, et le commencement est la fin” –Hegel):
Brûlure, cendres…
12- Et “un tas de tasses” comme trace archivale (archi-archivique)…
12- Vieillesse plus vieille que la vieillesse:
une incurable “tasse de café” comme supplément à l’oublie (pharmacon):
(un tas archi-supplémentaire)…
13- Ecritures (devenues illisibles): ô enfance de l’homme, toujours oublieuse…
14- L’écriture, lecture, la méthode: un tas de lecture n’abolira jamais le hasard
(pensée: pur-impure noesis)
15- Récueil et le rassemblement: (Verslammung, Einsamkeit)
Une ou plusieur fenêtres? Sinagoge, monadique, monastrielle ou esseulée musulmane?
16- Jamais la distraction ne se distrairait de plus beau…
Oublieuse mémoire des jours ajournés…
17- Le plus beau lieu de récueil (Bursa, Ulu Mosqué, déconstruite),
peuplé des idées (devenues enfin) visibles…
18- Sortie du caverne: enfance du Temple (à jamais intedit de construire)
19- Les classes et les bibliothèques désertées…
20- L’idée est devenue visible dans la marre d’une tasse de café (pharmacon)…
21- Quel avenir pour l’image (icône) de l’étérnité (de l’universel, de l’universalité et de l’université)?...
Une chaîne de signifiance ou un “chêne” de l’arbre généalogique?
22- Maison d’écriture (d’éthicité –Sittlichkeit) déconstruite…
Beyt-ül Hat ou Muallakat?
23- “La nature est la pensée visible” ("Doğa görülebilir düşüncedir")
(synopsis synoptique du film du même titre; la déconstruction en 23 images et en 7 minutes et quelques secondes, le 12 Octobre 2012)
11.10.2012
L'ESTHETIQUE DE LA DISPARITION / KAYBOLMANIN ESTETİĞİ
I-
Phénoménologie en marge de la perception sort dans la rue,
Perception perçoie ce que l’oeil tait
Et toujours taisera par son muet vide d’évidence,
Telle ‘percepte’, qui est au-delà de ce que Je perçois,
Mais dans l’abord de Moi.
2-
Dans et pour quelques demi heures,
La vie, telle qu’elle est perceptible
Pour ce qui est perceptible, est là,
Mais encore fuyante.
Il n’y a pas de perception véritable,
Mais sa frange, ses limites indurables…
3-
L’imperceptible par sa surgissence,
L’invisible par sa vitesse,
La vie quoditienne par sa nullité toujours renaissante,
Deviennent sans devenir l’objet de l’objectif.
4-
L’oeil captif par le caméra,
Même aveuglement,
Cherche sa conjoncture de perspectif
Pourvu qu’il y a quelque chose
Là et à voir.
5-
Sans voir véritablement et
Sans être vu véritablement,
La perception se dévore
Sans intérêt et sans s’intéresser véritablement
Quoique le choix est instantané et délibéré,
Par la curiosité sans véritable Cura ni Souci…
6-
Ni regret de ne plus être Là ni ne plus voir Ça,
Mais objectivement la réctitude rigide de la vie
S’affaise par cette mollesse même de la Vie.
Fuyante non par hypothèse,
Mais devant les yeux, telle qu’elle passe…
7-
Festivité sans festival véritable,
Honteusement véritable,
La nullité nue plus que la nudité même,
Mais sans ecoeurement,
Ni sans Coeur.
Mais une certaine tendresse froide,
Donne la Mésure!
8-
Mais reste que cela restera à l’Etérnité,
Seule que nous connaissons: l’Histoire!
L’archive (activation de l’archivation)…
Comme toute courte émotion ou cérémonie
Un monument juste à la Mémoire!
Mais où est le rîte, et où est la cérémonie?
9-
Personne ne dira, ouf, je n’ai pas vu Ça
Personne ne ratera le spectacle sans Avoir Lieu
Non que j’ai eu le goût de nullité
(Par heure, je ne souhaiterai à personne)
Mais Personne ne soit sans Avoir Lieu!
Dans ce spectacle de nullité…
10-
Aucun sens à poser,
C’est déjà posé et disposé…
Pose endure la nullité
Là, la vie sans pose est posée à nu.
11-
Je n’ai rien trouvé à dramatiser,
Il n’y en a pas à l’oeil nu.
Dans quelques demi heures que je suis dans la rue
La rue m’a capté sans être capté
Par heure, j’avais le caméra
Et j’ai résisté comme un Saint,
Repondant de Dieu…
12-
J’avais le goût des Temps anciens
Je l’ai perdu dans la Rue.
J’ai essayé mais,
Je n’ai pas réussi à me démêler
De la rue:
Je suis resté impassible à vue.
13-
Ce que j’ai capté est là
Pensez-y, à ce que j’ai raté!
Je suis plus d’une fois interdit,
J’aurais dû être totalement arrété.
Hélas, vivant mort,
Resté imperceptible…
14-
Ce qui me sauve, c’est bien ma curiosité!
Ce n’était que ma rue et les aléantours…
Quand j’aurais d’autres descentes à la rue,
Mon passage ne serait plus silencieux!
Macabres macadams trembleront de ma Vue…
15-
Soyons raisonable à Vue!
Peu que je sache dans les autres pays, dits d’Europe,
Il n’y a même plus de trace de drame de la vie,
Est-ce je me trompes?
Ce fût peut-être le dernier Festin de la Vie
16-
Mais quel drame?
L’inégalité, la pauvreté, l’injustice, la misère?
Oh mon pain quoditien, donnes-moi encore!
Je (me) passerai de ma vue à Ta Vue!...
17-
Personne!
Ô personne!
Même cette rosée d’Autômne!
Que mon esthétique passe,
Et mon Temps soit revolu,
Rien n’est approuvé, ni justifié encore de cette Vie.
18-
Je n’arrives même pas à me croire.
Du reste, c’est en fonction de l’Avenir,
Même mal parti…
Etant petit,
Je n’arrivais même pas à croire que c’était la Vie,
Mais la Lumière fût pour Moi aussi:
Un temps!
Phénoménologie en marge de la perception sort dans la rue,
Perception perçoie ce que l’oeil tait
Et toujours taisera par son muet vide d’évidence,
Telle ‘percepte’, qui est au-delà de ce que Je perçois,
Mais dans l’abord de Moi.
2-
Dans et pour quelques demi heures,
La vie, telle qu’elle est perceptible
Pour ce qui est perceptible, est là,
Mais encore fuyante.
Il n’y a pas de perception véritable,
Mais sa frange, ses limites indurables…
3-
L’imperceptible par sa surgissence,
L’invisible par sa vitesse,
La vie quoditienne par sa nullité toujours renaissante,
Deviennent sans devenir l’objet de l’objectif.
4-
L’oeil captif par le caméra,
Même aveuglement,
Cherche sa conjoncture de perspectif
Pourvu qu’il y a quelque chose
Là et à voir.
5-
Sans voir véritablement et
Sans être vu véritablement,
La perception se dévore
Sans intérêt et sans s’intéresser véritablement
Quoique le choix est instantané et délibéré,
Par la curiosité sans véritable Cura ni Souci…
6-
Ni regret de ne plus être Là ni ne plus voir Ça,
Mais objectivement la réctitude rigide de la vie
S’affaise par cette mollesse même de la Vie.
Fuyante non par hypothèse,
Mais devant les yeux, telle qu’elle passe…
7-
Festivité sans festival véritable,
Honteusement véritable,
La nullité nue plus que la nudité même,
Mais sans ecoeurement,
Ni sans Coeur.
Mais une certaine tendresse froide,
Donne la Mésure!
8-
Mais reste que cela restera à l’Etérnité,
Seule que nous connaissons: l’Histoire!
L’archive (activation de l’archivation)…
Comme toute courte émotion ou cérémonie
Un monument juste à la Mémoire!
Mais où est le rîte, et où est la cérémonie?
9-
Personne ne dira, ouf, je n’ai pas vu Ça
Personne ne ratera le spectacle sans Avoir Lieu
Non que j’ai eu le goût de nullité
(Par heure, je ne souhaiterai à personne)
Mais Personne ne soit sans Avoir Lieu!
Dans ce spectacle de nullité…
10-
Aucun sens à poser,
C’est déjà posé et disposé…
Pose endure la nullité
Là, la vie sans pose est posée à nu.
11-
Je n’ai rien trouvé à dramatiser,
Il n’y en a pas à l’oeil nu.
Dans quelques demi heures que je suis dans la rue
La rue m’a capté sans être capté
Par heure, j’avais le caméra
Et j’ai résisté comme un Saint,
Repondant de Dieu…
12-
J’avais le goût des Temps anciens
Je l’ai perdu dans la Rue.
J’ai essayé mais,
Je n’ai pas réussi à me démêler
De la rue:
Je suis resté impassible à vue.
13-
Ce que j’ai capté est là
Pensez-y, à ce que j’ai raté!
Je suis plus d’une fois interdit,
J’aurais dû être totalement arrété.
Hélas, vivant mort,
Resté imperceptible…
14-
Ce qui me sauve, c’est bien ma curiosité!
Ce n’était que ma rue et les aléantours…
Quand j’aurais d’autres descentes à la rue,
Mon passage ne serait plus silencieux!
Macabres macadams trembleront de ma Vue…
15-
Soyons raisonable à Vue!
Peu que je sache dans les autres pays, dits d’Europe,
Il n’y a même plus de trace de drame de la vie,
Est-ce je me trompes?
Ce fût peut-être le dernier Festin de la Vie
16-
Mais quel drame?
L’inégalité, la pauvreté, l’injustice, la misère?
Oh mon pain quoditien, donnes-moi encore!
Je (me) passerai de ma vue à Ta Vue!...
17-
Personne!
Ô personne!
Même cette rosée d’Autômne!
Que mon esthétique passe,
Et mon Temps soit revolu,
Rien n’est approuvé, ni justifié encore de cette Vie.
18-
Je n’arrives même pas à me croire.
Du reste, c’est en fonction de l’Avenir,
Même mal parti…
Etant petit,
Je n’arrivais même pas à croire que c’était la Vie,
Mais la Lumière fût pour Moi aussi:
Un temps!
le 10 Octobre 2012
(poème écrit pour le film du même titre)
8.10.2012
Gene Komnenos ve Karamanlılar...
İznik’e hakim Süleyman Şah, 1086 yılında Bizans İmparatoru Aleksios Komneneos (Komnenos ailesi-Kastamon) ile saldırmazlık anlaşması imzalamıştır.
1086’da İznik’ten çok uzakta, Halep şehri yakınlarında -Aynü Seylem- Selçuklu Türkleri ile yaptığı savaşı kaybetmiş, bu mağlubiyeti gururuna yediremeyip intihar etmiştir.
Osmanlı Tarihçileri (Aşıkpaşazade, Nesri), Süleyman Şah’ın Ertuğrul Gazi’nin babası olduğunu savunurlar, Osmanlı’yı Selçuklunun bir devamıymış gibi göstermek istemişlerdir. Ayrıca Süleyman Şah’ın düşmanla savaştan dönerken boğulduğunu, bu sebeple “gazi“ unvanını hak ettiğini düşünmüşlerdir. Oysa ki, Süleyman Şah, Türk kardeşlerine karşı silah doğrultmakla, ne İslami ne de milli davranmıştır. Büyük Selçukluların emrindeyken devletine ihanet etmiştir…
1097 yılında Bizanslılar, Haçlı ordularını Bizans adına İznik’i almaları için görevlendirmişti. Onlara öncü kuvvet olarak Rum-Türk melezi olan, hem Rumca hem de Türkçe konuşabilen Türkopoli (Türkoğlu) birliklerini vermişti. Halkla her iki dilde anlaşabilen Türkopoliler, şehri Bizans adına almışlardır. Şehirde katliam yapılmasını önlemişlerdir.
1097 yılından sonra, Selçuklu Türkleri’nin başkenti olan Konya’nın, Türkler tarafından kesin ne zaman alındığı bilinmez. 1071,1075 yılları öncesi tahmin edilmektedir.
“Anadolu Selçukluları“ ismi de sonradan uydurmadır. Anadolu’da kurulan Selçuklu Türk Devleti’nin ismi, Diyar-i Rum Sultanlığıdır. O dönemdeki ismi; Roma Selçuklu Sultanlığı, Mülük-i Selcukiyye-i Rumiye’dir. Bu ismin tam anlamı, Selçuklu Roma devletidir. İlk Osmanlı tarihçileri Rum yerine, Anadolu ifadesini Selçuklular için kullanmamışlardır.(Nesri, Aşık Paşazade) Bu devletin resmi dili farsçadır.
Bizans devlet kademelerinin yüksek mevkilerinde özellikle Aksoukh ailesinden Türkler, Selçuklu Devleti’nin devlet kademelerinde de Bizanslılar yer alıyordu.
Selçuklu Devleti’nin ünlü veziri Nizamülmülk (1018-1092), Selçuklu Devleti’nin sorunları üzerine kaleme aldığı Siyasetname adlı eserinin 30. bölümünde, toplu olarak nasıl şarap içileceğinin kurallarını, şartlarını anlatmaktadır.
11.yyda Anadolu’da Türk nüfusu artmış, bu nüfus, yerleşik düzeni ve kültürü Bizans halklarıyla kaynaşarak özümseyebilmiştir. İslam tarihçilerinin, bizlere anlattığı gibi, Türkler ve Bizanslılar sürekli savaşmamışlardır. Anadolu’ya gelen Türklerin, büyük çoğunluğu, İslam adına gazalara katılmak için değil, bu topraklarda yaşayıp, buraları yurt edinmek için gelmişlerdir. Milli ya da İslami bir tercihte bulunmamışlardır.
Kumanlar, Anadolu’daki bazı Türk gruplarını Balkanlara taşımış, ve onları Hristiyanlastırdıktan sonra Anadolu’da iskân ettirmiştir. (Çepni Türklerinden bir grup ve Kumanlar…)
Paralı asker olarak 6. yüzyıldan bu yana Anadoluya taşınmışlardır. Bugün Moldovya ve Romanya’da yaşayan Oğuz Türklerinden, Ortodoks Hristiyan olan Gagavuzlar, büyük olasılıkla 10. ve 11. yüzyıllardan itibaren Anadolu’da yasayan Türklerdir. Ayrıca, Rumca bilmeyip Türkçe konuşmaya devam eden bu halk, Lozan Antlaşması’yla Ortodoks-Hristiyan olduklarından Rum sayılıp 1924’te Yunanistan’a sürülmüşlerdir. Bu halkın büyük çoğunluğuna Karamanlılar denirdi. Bunlar, 10. yüzyıldan itibaren Hristiyanlaşmış Kuman ve Peçenek Türkleridir.
Rumlar gibi dua ediyorlardı. Bunun cezasını da ülkelerinden sürülerek ödemişlerdir.
Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a “gazi“ unvanını Osmanlı Tarihçileri uydurmuştur?
(LENA UMAY'dan alıntı)
1086’da İznik’ten çok uzakta, Halep şehri yakınlarında -Aynü Seylem- Selçuklu Türkleri ile yaptığı savaşı kaybetmiş, bu mağlubiyeti gururuna yediremeyip intihar etmiştir.
Osmanlı Tarihçileri (Aşıkpaşazade, Nesri), Süleyman Şah’ın Ertuğrul Gazi’nin babası olduğunu savunurlar, Osmanlı’yı Selçuklunun bir devamıymış gibi göstermek istemişlerdir. Ayrıca Süleyman Şah’ın düşmanla savaştan dönerken boğulduğunu, bu sebeple “gazi“ unvanını hak ettiğini düşünmüşlerdir. Oysa ki, Süleyman Şah, Türk kardeşlerine karşı silah doğrultmakla, ne İslami ne de milli davranmıştır. Büyük Selçukluların emrindeyken devletine ihanet etmiştir…
1097 yılında Bizanslılar, Haçlı ordularını Bizans adına İznik’i almaları için görevlendirmişti. Onlara öncü kuvvet olarak Rum-Türk melezi olan, hem Rumca hem de Türkçe konuşabilen Türkopoli (Türkoğlu) birliklerini vermişti. Halkla her iki dilde anlaşabilen Türkopoliler, şehri Bizans adına almışlardır. Şehirde katliam yapılmasını önlemişlerdir.
1097 yılından sonra, Selçuklu Türkleri’nin başkenti olan Konya’nın, Türkler tarafından kesin ne zaman alındığı bilinmez. 1071,1075 yılları öncesi tahmin edilmektedir.
“Anadolu Selçukluları“ ismi de sonradan uydurmadır. Anadolu’da kurulan Selçuklu Türk Devleti’nin ismi, Diyar-i Rum Sultanlığıdır. O dönemdeki ismi; Roma Selçuklu Sultanlığı, Mülük-i Selcukiyye-i Rumiye’dir. Bu ismin tam anlamı, Selçuklu Roma devletidir. İlk Osmanlı tarihçileri Rum yerine, Anadolu ifadesini Selçuklular için kullanmamışlardır.(Nesri, Aşık Paşazade) Bu devletin resmi dili farsçadır.
Bizans devlet kademelerinin yüksek mevkilerinde özellikle Aksoukh ailesinden Türkler, Selçuklu Devleti’nin devlet kademelerinde de Bizanslılar yer alıyordu.
Selçuklu Devleti’nin ünlü veziri Nizamülmülk (1018-1092), Selçuklu Devleti’nin sorunları üzerine kaleme aldığı Siyasetname adlı eserinin 30. bölümünde, toplu olarak nasıl şarap içileceğinin kurallarını, şartlarını anlatmaktadır.
11.yyda Anadolu’da Türk nüfusu artmış, bu nüfus, yerleşik düzeni ve kültürü Bizans halklarıyla kaynaşarak özümseyebilmiştir. İslam tarihçilerinin, bizlere anlattığı gibi, Türkler ve Bizanslılar sürekli savaşmamışlardır. Anadolu’ya gelen Türklerin, büyük çoğunluğu, İslam adına gazalara katılmak için değil, bu topraklarda yaşayıp, buraları yurt edinmek için gelmişlerdir. Milli ya da İslami bir tercihte bulunmamışlardır.
Kumanlar, Anadolu’daki bazı Türk gruplarını Balkanlara taşımış, ve onları Hristiyanlastırdıktan sonra Anadolu’da iskân ettirmiştir. (Çepni Türklerinden bir grup ve Kumanlar…)
Paralı asker olarak 6. yüzyıldan bu yana Anadoluya taşınmışlardır. Bugün Moldovya ve Romanya’da yaşayan Oğuz Türklerinden, Ortodoks Hristiyan olan Gagavuzlar, büyük olasılıkla 10. ve 11. yüzyıllardan itibaren Anadolu’da yasayan Türklerdir. Ayrıca, Rumca bilmeyip Türkçe konuşmaya devam eden bu halk, Lozan Antlaşması’yla Ortodoks-Hristiyan olduklarından Rum sayılıp 1924’te Yunanistan’a sürülmüşlerdir. Bu halkın büyük çoğunluğuna Karamanlılar denirdi. Bunlar, 10. yüzyıldan itibaren Hristiyanlaşmış Kuman ve Peçenek Türkleridir.
Rumlar gibi dua ediyorlardı. Bunun cezasını da ülkelerinden sürülerek ödemişlerdir.
Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a “gazi“ unvanını Osmanlı Tarihçileri uydurmuştur?
(LENA UMAY'dan alıntı)
Yedi Uyurlar / Sept Dormants
Yamliha, Mekselina, Meslina, Mernuş, Debernuş, Saznuş ve çoban Kefeştatyus'un başından geçenler:
Taberi, "Tafsir-ül Menakip Tercümetu’l Mevait"
Kuran, Kehf [Mağara]Suresi (18.Sure) 8-25 ayetleri.
Uyurların İzmir Efes, Diyarbakır Lice ilçesine15 km . uzaklıktaki İnceburun Dağları’nda, Afşin-Elbistan, Eskişehir ve Tarsus’ta da makamları vardır.
“Efsus, Dekianus’un darül mülkü olup, ahalisini putperestliğe teklif edip itaat eden, halâs etmeyen katlolurdu. Kişizadelerden hüdaperest genç altı kimse ile bir güşede bu cabbaranın fitnesinden halas için dua ile meşgul idiler. Bu hallerinde iken Dekiyanus’a haber verilip anleri ihsar ve tehdidi besiar eyledi. Anler tariki tevhitte sebat gösterüp şirki kabul etmediler. Dekianus anlerin cemi mâlini ahs ile siz civanlarsınız, size 2-3 gün mühlet veririm, halas vaktinizi fikredin deyup kendisi bir gayri şehre gitti. Ol civanlar fırsatı ganimet bilup, ba’delmüşavere firara karar kıldılar. Yolda giderken bir çobana rast gelup, anların dinine muvafakat eyledi. Çobanın kelbi Kıtmir dahi bunlara tabi olup, akeplerince giderdi. Her ne kadar menettilerse mümkün olmayup ahirkâr Haktaâla ol kelbe lisan kerem edüp benden korkmayın ben Allahu teâla’nın ve sizin dostunuzum. Siz uykuda iken ben size pâsbanlık ederim dedi. Dağa yakın geldiler çoban bunlara ben bu dağda bir mağara bilirim, ol mağarada gizlenmek mümkündür deyu ittifakla ol mağaraya müteveccih oldular ve girdiler.”
Taberi, "Tafsir-ül Menakip Tercümetu’l Mevait"
Gençler bu olayın ardından orada uykuya daldılar ve 309 yıl uyudular. Bu bölüm Kuran’da da anlatılmıştır:
"Baksaydın güneşin mağaranın sağından doğarak solundan battığını, onların da mağaranın içinde olduğunu görürdün. Bu Allah’ın mucizelerindendir.
Onları mağarada uykuya daldırdık ve yıllarca hiçbir şey hissetmediler. Uyanık sanırdın onları. Oysa uyuyorlardı.
Sağa sola döndürdük onları köpekleri de uzatmıştı kollarını eşiğe. Görseydin eğer içine bir ürküntü dolarak geri döner, hemen kaçardın."
Kuran, Kehf [Mağara]Suresi (18.Sure) 8-25 ayetleri.
Uyurların İzmir Efes, Diyarbakır Lice ilçesine
Anna Commena
The Alexiad, by Anna Comnena
"The 12th-century is my favorite period of Byzantine history. The Comnenian [Kommagene] revival had restored the empire to a semblance of its former glory following the collapse after Manzikert [Malazgirt]. But its enemies, East and West, were on the move, and as Runciman had noted, "the rot had set in."
Who better to tell the story than, Anna, the ambitious daughter of Alexius I. In time, she became frustrated and bitter over her failure to ascend the throne after her father's death. She had to settle for being one of the world's greatest historians, which is not such a bad consolation prize."
Cf. Paul Magdolino's "The Empire of Manuel I Komnenos: 1143-1180"
(Uni. Of St.Andrews + Uni. Of Koç. 18 juin 2007)
"The 12th-century is my favorite period of Byzantine history. The Comnenian [Kommagene] revival had restored the empire to a semblance of its former glory following the collapse after Manzikert [Malazgirt]. But its enemies, East and West, were on the move, and as Runciman had noted, "the rot had set in."
Who better to tell the story than, Anna, the ambitious daughter of Alexius I. In time, she became frustrated and bitter over her failure to ascend the throne after her father's death. She had to settle for being one of the world's greatest historians, which is not such a bad consolation prize."
Cf. Paul Magdolino's "The Empire of Manuel I Komnenos: 1143-1180"
(Uni. Of St.Andrews + Uni. Of Koç. 18 juin 2007)
GİZLİ HAZİNE(m) / mon TRESOR CACHE
Je n'arrive même pas croire à ce j'ai (déjà - le 10 août 2009) fait / ce que je fais... Voici mon archive brulant:
Temple Osiris – Kahire – Khalif Ömer Emevi – Ali+Fatima+Fatimi+Karamati 874+ Fütuvve +Masons de Pyramides+
Kudus - Hasan Sabah (1090, El Ezher, Caire), Hughs de Payns - Alamut – Templiers–
– Bogomile Bulgars – Cathars Septimania (Provence Romain) - (Sud de France, Languedoc)- Dominicains extermine les Cathars-
Et puis construction des Cathedrales: Cluny, Paris (Thermes, Cath., Abbey), Mont St. Michel - Rheims- Chartres – Compostel – Espagne- Pologne (et puis stagnation-inquisition-conquistadore)
Ohrid Kenti (Bulgar St Sophia)
A. Geylani – Bagdat – Rumi (Mehmet le Paleologue de Scutari + 1631Tosyalı Bagdadi Rumi İsmail Kadiri Dergahı - Cihangir) –
Sultan Ahmet (1609-1616 camii inşaatı)! Mahmud Hüdayi Hazretleri: 1541-1628
“On of the brothers complained that the 'form of the work' (schematismos ergou) was absurdly large for their small community, to which the Saint responsed:
'if you built it, they will come'."
(Master Builders of Byzantium, Robert Ousterhout)
Certainement ma communauté est trop étroite...
Voici ce programme trop large pour une vie:
St. Sophie built B.C-324 (avec les pierres de Hieropolis – temple d'Apollon – Ephesus – Temple Artemis)
Temple Osiris – Kahire – Khalif Ömer Emevi – Ali+Fatima+Fatimi+Karamati 874+ Fütuvve +Masons de Pyramides+
Kudus - Hasan Sabah (1090, El Ezher, Caire), Hughs de Payns - Alamut – Templiers–
– Bogomile Bulgars – Cathars Septimania (Provence Romain) - (Sud de France, Languedoc)- Dominicains extermine les Cathars-
Et puis construction des Cathedrales: Cluny, Paris (Thermes, Cath., Abbey), Mont St. Michel - Rheims- Chartres – Compostel – Espagne- Pologne (et puis stagnation-inquisition-conquistadore)
Ohrid Kenti (Bulgar St Sophia)
A. Geylani – Bagdat – Rumi (Mehmet le Paleologue de Scutari + 1631Tosyalı Bagdadi Rumi İsmail Kadiri Dergahı - Cihangir) –
Sultan Ahmet (1609-1616 camii inşaatı)! Mahmud Hüdayi Hazretleri: 1541-1628
19.09.2012
Dar-ül Harb Edebiyatımız ve "Biz"...
15 Haziran 2003 tarihli "Demek ki kötü donanımlı (Mal armé) bir müslüman ahlâkından başka bir şey değilmiş?" başlıklı dört A4 sayfası boyutunda bir şiirimden yedi sayfayı belge olarak koyup "ne yiyip ne içtiğimiz" sorusuna yanıt vermemeyi tercih ederdim (I would prefered not to..., Bartleby). Susmayı tercih etmek yerine "Dar-ül Harb Edebiyatı" mı yapsaydım yoksa...
Burada "8 Eylül" veya benzeri gecelerden farklı olarak "8 ay" gibi bir süreden söz ediliyor; "kekremsi" (âpre) bir tadı olan ve "baş dönmesi", "azapla" (tourments) geçen, "nihayetinde de "Varidât" (en somme testamentaire) değeri olan sekiz aydan sonra olanlardan söz ediliyor...
"O halde" (donc) bu da bir ihanetin öyküsü...
Bir "kutu": bir kutu da ne ola ki? Bir "işaret", bir "sonuç" (donc, igitur)...
Ne varmış bu kutuda? Yenir miymiş, içilir miymiş? Neler yenilip içilirmiş?
Nelerin "simgesel" veya "kurgusal" değeri varmış?
Neymiş işlevi "kutu"nun: "La Fonction: c'est du pur fictif!"
Kurgusal bir şeyin değeri neymiş?
O şey nasıl da bir "o halde" değeri taşırmış?
Bu "Mana" veya "gösterilen'in Sıfır Noktası" gibi bir şey miymiş?
Nasıl olur da bir "konserve kutusu" (Une boîte de conserve!) "vahim sonuçlara" (lourd de conséquence!) sahip olabilirmiş?
Nedir bu "serseri mayın gibi dalgalanan dalga ve/ya muğlak ders"
(cours vague qui divague)?
Bu bir Mallarmé dizesi değil midir? Kim buna cüret edebilir Mallarmé'den başka?
Hem kime veya kimin önündeymiş bu "ders"? "Cloaque" pek kibar bir tâbir olmasa da, yanlış
anladıkları gibi "çirkef" değil, "yapışkan", yani "çok yakın" (à jamais à mes côtés),
"hep yanımda" anlamı taşıyor.
Burada "dişil tanıklıktan" ve ısrarla "dişillik"ten (elles, toutes) söz edildikten sonra "kendimizi denediğimiz balmumuna tahsis olunmak" gibi tuhaf bir ifadeye yer veriliyor ki, bu Fransızca'da "sünnet" (circoncission) kelimesinin aliterasyonundan başka bir şey değildir: "cire qu'on s'essaie" / "cesse-t-on"...
Demek ki bizde "tanıklık"/ "şehadet", "kutu"nun ve/ya "kutu"ya tanıklıklıktan başka yerde.
"gülüşler"... (rires)
Ve "o halde" değeri olan bu "kutu" veya Dar-ül Harb Edebiyatımıza göre adlandırıldığı şekliyle "sünnet"
"cemaat" ile (communauté) ilişkilendiriliyor: Tek ve aynı" (un, et même) "cemaat"e aidiyetin mi "kurtuluş" (salut) olacağı sorusuyla problematik bir şekilde bitiriliyor."2000'li yılların başı"nda bu konular çok yeniydi ve şiddetle, tepkiyle cezalandırılırdı. Adı da damgası da hazırdı: Takiyye. Servetî Fünûn'dan beri fennî ve müsbet konularda eserler veren edebiyatımız için pek yeni, pek alışılmadıktı bunlar. Fransızca yazılmış olması da "yabancılaştırma etkisi"ni daha da arttırıyordu. Okunmadan kaldı. Uzun süren ve uzun sürmesi gereken Dar-ül Harb'ta ("tümüyle kurgusal": pur fictif) bu kez 1980'li yılların başında Galata Köprüsü'nün altında yazdığım, gene bir "kopuş" şiiri olan "Bej Töbeki"ye yer vereceğim gelecek sefer.
9.09.2012
8 EYLÜL VAK'ASI: REMERCİEMENTS&CİE
İyi Sabahlar...
8 Eylül vak'ıası (2012) olarak tarihe geçecek "kristal gece"de kırmış olduğum kalpler için hepinizden özür dilerim (pirinçleri ben dökmedim, "ayıkla şimdi pirincin taşını" dedirtecek şeyi de ben yapmadım...
İçinizden çoğunuzla hayatımda "ilk dans" etmem olduğu için ayaklarımı basmış olduğum yeri bilememiş olabilirim ama fikri mülahazalarda "kafam yerinde"ydi (A.A.'yı tenzih ederim, o bu gruba dâhil değil, zira ona ve A.S.'ye, "Bade" bade iken, bir akşam Charlie Chaplin taklidi yaparak dans ettiğim vakanünis'lerce zapta geçmiştir: o müzik, Şarlo'nun uydurma bir Fransızca ile sosyeteye dans show'u yapması sahnesinin "remix"le güncellenmiş haliydi ki yerimde tutulamamıştım).
Elektrikli ve elektriksiz süpürgelerle dans etmelere vardırarak işi, Erol ve Lerzan arkadaşlarımız olaya son noktayı koymuştur (gençlik işte!)...Kendileriyle "mercimek amed" günleri için irtibata geçilmesi rica olunur.
Bazı itiraflar ve tensel (charnel) dokundurmalar:
1- "İlk aşkım, ilk heyecan / gençlik kafamda duman" şarkısını bilerek ve isteyerek ben seçtim: İzahatına gelince; bembeyaz sayfa gibi önümde dur(may)an aşk hayatımda son derece öneme haiz bir yeri vardır bu şarkının (tek değilmişim ki dans pisti o anda patladı). Kadiköy sokak ve meydanlarını ("İş Bankası önü" derler genelde oraya), başımda kel ve "ikili havlamalar" (İzzet Yasar) şeklinde bu şarkıyla kol kola zıplayarak geçtiğimizi hatırlar hüzünlenirim bazen. Uzun bir "Kadıköy Sokak Şiiri" okunmuştu o zaman denize karşı, henüz peydah olmamış "sokak Sambacıları" tarafından...
2- Ajda Pekkan'ın (veya simülakr'larının -zira kendisi ölmüş olabilir, ve yerine klonları şarkı söylüyor olabilir hala) "Ya (Senden) Sonra" adlı çalışması, "Domates, Biber, Patlıcan" (Barış Manço) içli türküsü kadar beni hüzünlendirir. Bu şarkılar "slow"dur ve "bir türlü patlamazlar", ama içimizde bir yerlerde derin bir patlamaya neden olurlar. "Ya sonra", "senden sonra", eşine az rastlanır bir ayrılma öncesi aşkı anlatır ki meyvelerini topla topla bitmez o tarz aşkların özellikle de şu sombahar günleri zerzevatı içinde...
Aşklar işte bizi, "sonraya kalan" (trace ve onun "retension"u: "hatırlamasız hatırlama": mémoire sans / ou avant le souvenir) ve daha bitmeden önsezisini yaşadığımız "protension" (deriz biz, önsezi deyin siz) içinde, asla "mevcudiyetinde olamadığımız" (impossibilité de la "maintenance" -elde tutamama- / ou de la présence) bir ruh/ beden haline "sokarlar", diyecektim ama, zaten hep (toujours-déjà) bu halde olduğumuzu "(bizi) bize uyandırır"lar: Acı gerçekle yüzyüze kalınca "aşık oluruz": Alain Badiou, hakikat süreciyle aşk'ı, belki Merleau-Ponty'den sonra, derin bir şekilde birbirine bağlayan neredeyse yegane filozoftur. Yeter diyeceksiniz bu kadar sabah sabah Dalida/ Der-y-da!...
Gelelim zarif sosisleriyle evini bize açan ev sahibemiz Ebru hanımın evinde bulunan ve toplatılması gereken kitaplar meselesine:
1980'lerin ilk çeyreğinde (bir asır gibi uzun sürmüştür 1980'ler) öğrenci evlerinde düzenlenen içkili toplantılarında (o zamanlar asla "party" denmezdi: Tek Parti ve tek polit büro vardı zira) giden gidip de kalan kaldığında, eğer o evde uyumuşsam, sabah erken kalkıp kütüphanedeki bütün (şiir) kitaplarını okuyup "toplatılması" (récollection ve souvenir) gereken dizeleri ayıklayıp defterime not ederdim. Sevi (adını doğru yazıyorumdur umarım) genç arkadaşımız da işte böyle, gece'den başladı okumaya...Tek farkla ki, kütüphaneden alıp okuduğu kitap benim kitabımdı; bir an kendimi "naklen yayın" yapan bir otomat gibi hissettim dans pistinde ve korktum kendimden...
İmdi, kendi özel zihin coğrafyamda bu geceyle ilgili bazı paralellikler ve farklar:
"İstanbul'da (rock değil ama) Ruh Hayatı" adlı eserimi mevcuda getirmeden bilinmesi ve
yaşanması, sonra da kimseye söylememek ve sır tutmak için "yazılması" gereken bazı hususlar:
Giriş konuşmamda canlı konuklara belirttiğim gibi, 8 Eylül (2012) buluşması bir "Yaza Veda" partisi değil bir "anma" idi (commemoration): Anısız bir şeyin anması (mémoire sans souvenir)... (Bkz. "A Reply!") Tarihlere dikkat ediniz: "6/7 Eylül Vak'ası"'dan hemen sonra "azınlıklar meselesi"ni gündeme getirmem bir tesadüf değildi...
1- Bu ve bu tarz anmalar için, "Yeldeğirmeni Sinagogu" dar geçidindeki ("porte étroite") merdivenlerde içki içmeye bekliyorum sizi ("camii avlusunda içki" tartışmalarına kinâye). Zza Zza Baker (Seza hanım) oradaki geçen cenaze töreninde yaşadığı ruh halini benle paylaştı. Ben de benzer sebeplerden dolayı 1998'de orada bir evde yerleşik hayata geçtim. Kordoba "Sefarad Evi" rezaletini (Seda'yı derinden sarstı ama benim için İsrail asker-öğrenci-stajyer tipolojisi'nin bir parçasından ibaretti) orada unutturabiliriz belki...
2- Gene giriş konuşmamda belirttiğim gibi, sınıf öğretmenim tarafından bana emanet edilen ilk okul arkadaşım "Gülaağa" (Kürt meselesinin "özel adı" bu olsun aramızda) bir bakıma hala, bugün 2012'de de bana emanet edilmiş olmayı sürdürüyor olabilir: Bütün ısrarlarımız dayanamayıp İspir'li olduğu bize itiraf eden ama Rize değil de Erzurum vilayetine bağlanmış arkadaşımız Nusret, Artuklu Üniversitesi dışında Kürtçe tez yazılamayacağı bilgisini bizle paylaştı (bu ve benzeri kafamı kurcalayan sorular "mercimek amed köftesi" gününü bekleyecek)...
3- Yine "1980'ler tarzında" yazmaya devam edersem: (80'ler uzun sürdü ama bitti mi?). Bu ve "benzeri" (bence benzersizdi) geceleri,
3a) Heybeliada'da 2000'li yıllar espirisinde "feminist ve gender" sorunsallaştırmalarının yaşandığı bir gecede yaşamıştım geçmiş yıllarda (bu meseleler de "mercimek amed köftesi"nde masaya yatırılacak: "patlayana kadar"- Bu arada, bütün göndermelerimi ve imâlarımı burada açamam ama, "mercimek amed" bir köfte çeşidi değil, bizi "gender meselesi"nin bağrına veya koynuna taşıyacak bir yazar adı: okumanızı tavsiye ederim).
3b) Çengelköy, 2012 (via Reks sineması önü): MSGSÜ, bir gecede BJK'dan Bomonti'ye (uzun bir konvoy halinde) Ece Ayhan'nın imgesiyle tarihimizde "Delilerin (agité-e-s) bir gecede Taşkasap'a taşınması/ nakledilmesi" hadisesi gibi taşınmasıyla "arada kaynayanlar", "telef olanlar", "zayi olanlar", "muhalefete geçenler"den bir grupla tesadüfen kurduğum temaslar sonucu bazı bilgilere sır mahiyetinde haizim. Bu olaylar böyle, "Okan", "Nişantası Üniversitesi" diye devam ederse; feci bir altyapı kaynaşması/ kalkışması olacağının emareleri kulağıma geliyor.
Ben kendi önlemlerimi alıyorum: alt tabakadan bazı irtibatlarım var; bunların Bursa bağlantılarını inceliyorum. Diğer bir grup da Colombus'la Mardin'e Midyat'a pirince (bienal'e) gönderiliyor. Ben şahsen "voyacır" gibi çalışıyorum. Teşvikiye ve Topağacı, Galata bankerleri ve Perşembepazarı esnafı hepsi işin içinde. Artık "külhanda yatıp kalkıyorum" anlayacağınız, kulağım "hamamın kirişinde" Türkçe'de dendiği gibi... Şener Özmen'in Diyarbakır'da ne yaptığını bilemem: onunla irtibatım "İstanbul Guide"den bana aktarılan bilgiler düzeyinde kaldı. Yakında ben de, "evimdeki bulgurla" uğraşırken, "Eyüp mezarlıklarında" ölü bulunursam şaşmamak lazım bu gidişle... Neyse, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın; onca pirinç yerlere dün gece boşuna dökülmüş olmasın. (Not: dün gece eğer senle yatmamışsam, bunun nedeni güzel olmaman değil, ama bunun libidinal ekonomiye bir artı değer getirmeyeceğini düşünmüş olmamdı: bilirsin çok ince düşünceliyimdir, ama bunun sana ne faydası olur bilemem).
Şimdi bu çocuklardan bazıları tutup bana "Çengelköy’de Bir Şiir Akşamı" düzenledi, kıramadım gittim, içlerine sızdım. Bomonti bunlardan haberdar olduğunda "Üsküdar'da sabah" olacak. Tarih'te Erzurum'dan bir Toksoy vak'ası var zaten (bunu burada hemen anlatamam ama, "görsel sociology" çalışırken biraz hava alsın, manzara seyretsin diye götürdüğümüz Gülhane Parkına "bu ormanın burda ne işi var?" diyen akademisyen olur kendisi). Olayların biri aydınlanmadan diğeri başlayacak. A. Utku iyi bir teorisyen, ama iş teori-pratik'e gelince adamdan taşra Üniversitelerinde fazla mucize beklememek gerek: "Praksis", acaba bunlar İmam-Hatip'te hiç öğretilmiyor mu? Ben tek başıma devrim, evrim bile olsam, benim de kendi sınırlarım, sinirlerim ve geçindirmek zorunda olduğum bir ev ve kedim var, fazla riske girmemi de beklemeyin benden.
(İşte 1980 uslübu ve onun kendi minvalinde giden şiiri buydu: Her sabah dua gibi yazılırdı. Özlemişim. Ayrılık 10 yıl sürer (Paris yıllarım: 1984-1994) sanıyordum. Ama 2012 oldu "les années de la démolition" (S. Fitzgerald) hala bitmedi. "Gelecek uzun sürer" biliyorum. Ama bu kış bitse artık!)
4- "Yahu sen neden bahsediyorsun, böyle / O konu kapandı/ Herkes çoktan unuttu artık/ Sen de kendi işine bak/ dön artık" diyenlere, "Yokluğumdan iyi istifade edin/ Yiyin için/ Ben artık dönmeyeceğim/ Diyenlerden mi olayım?/ Yoksa "je re-viens sans venir"/ "Je suis venu pour vous dire" diyen o sevmediğiniz ilahiyatçılardan mı?" diye "venance, ad-venance, venu" izleklerini izleyen Kordoba düşü/ dönüşü şiirlerime bakmalarını mı tavsiye edeyim, bilemiyorum. Tarihi tek başıma yazmaya kalkmam bir hataydı, yardımlarınızı bekliyorum. Körlere yazıyorum, dilimi bilmeyenlere, (yine) "dillerde dolaşıyorum" ("parler en langues", Pavlus)...
5- (Son ve önemli husus da): İnce davetinizi içtenlikle kabul edip Nusr/et'in kutlamasına (jubilation jubilatoire) koşarcasına ve dersime iyi hazırlanarak geldim. İki üç gün durmaksızın çalışıp kalbinizi feth etmek için size 2000'li yılların "ruh"una (ey ruh ordaysan çık!) uygun "ArtWork"ler, "klipler" hazırladım, Teşvikiye'nin teşvik etmesi, beni havalara/ ortamlara sokup (!) rahatlatmasıyla (“Sizi temin ederim M. Bey, bunlar hiçbir yerde yayımlanmayacak”) size "videolar" pişirdim, "şiirler ikram" ettim, açılan şişeleri hesap etmeden çalışıp durdum ve nihayet "kendi sitemin" açılışını ve "lansman"ını görkemli ama sade bir törenle size anons edecektim. Ki olmadı, kısmet değilmiş. Dans ederek "korakor" (corps-à-corps), doğrudan iletişime geçtik, ve bütün çalışmalarımı sanki boş sayfa üzerinde biraz "ot" ve "toz" birikintisiymiş gibi birisi hapşırarak darmadağın etti, o da yetmedi diğerleri de gelip üstüme "yeter artık çalışma" der gibi (önce çalışmamla ilgilenir gibi yaparak) "hapşırdı" (bu da bir çeşit “langage sans articulation”, müzik, dans, vb.). Neyse kalanlar (traces) bana yeter. "Katı olan her şey buharlaşıyor" demiş zaten ekölü kuran kişi de... Bu işin de raconu demek buymuş.
Bir Nilgün Marmara dizesiyle bitireyim:
"Onun bedeni bir tımarhane / İçinde çok deli / İnerler / Çıkarlar"...
Eskiden böyle çok veda mektupları yazılırdı, şimdi ise siteler açılıyor kapanıyor,/ gökteki yıldızlar kadar/ artık sayılamayacak kadar çok/ ve anonim... / Nereye veda/ hem kime? / Leyybek!/ Ben döndüm...
Me Voici
en ce moment-ci
dans ce que j'écris...
Hamiş: Bu notu adreslerine ulaşamadığım, o gece orada olan diğer katılımcılara da gönderirseniz memnun olurum: "Cercle élargi de mes amitiés" (Helena Villakovich'in kısa bir filminin adıydı)...
"Nereye? Daha yediğinizden içtiğinizden bahsetmedin" diyenlere 2003'de yazılmış şiirlerimin belgelerini koyacağım bir dahaki sefere...
Küçüklere ve büyüklere sevgiler saygılar...
(Hepimiz belki postmodern doğmadık/
Ama kesin ölümümüz postmortem olacak...)
For Poems: http://herrselavy.blogspot.com
For Artworks: http://mysteriques.blogspot.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)