Fascination de l'étang etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fascination de l'étang etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3.12.2024

La peinture et le Temps - Cinéma pure-2




Titre complet: 
Cinématographié en épave du naufragé du Siècle 

Ch.1- 
Lecture-1 : « Qu’on s’entente en consent(e/i)ment des dieux » -"Bezeugung" grecque 

Lecture-2 : « Au festin des dieux par heure… » 

Lecture-3 : « Un Golem de Dieu par son imposition » 

* « Balance divine » 

Ch.2- Une petite causerie sur la peinture encore 

Lecture-4 : « Bifurcations irréconciliables » 

Ch.3 - "Theatrum philosophicum" dans le festin à canard laqué



 (*) Cela s’oblige que ça soit dit (de mille façon détournée ou en « recta » de rectitude requise ou de « notre probité »), ce film est conçu, au départ pour récompenser l’omission faite de notre part (dans l’énumération ) des « idées théologiques » de Kant (l’oubli accouru dans l’espace et le temps d’un enregistrement, était déjà corrigé par l’écriture, en sous-titrage), qui lui-même « biffe » (et non pas bafoue) pour en supprimer tout contenu ontique (dans sa première volume), et « le » ré-incarner à la fin d’une manière désincarnée, comme « Dieu (seulement) moral » dans la deuxième volume de ces critiques (cryptiques).

 Là, il me semble qu’une mise-en-abyme, entre lui et moi, dans le miroir ou l’écran (le lac ou le lacet) de nos ouvres dissymétriquement respectives, s’ouvre, et qui ne me paraît pas insigne, en ce qui concerne sur (ou au-dessus de la marche, dans notre « entrelacement ») un problème aussi crucial qu’abyssal : à savoir (va-t-on savoir jamais?) le divin ou « das heilig ».

Cette récompense est donc conçue, à ma foi, non pas d’un seul bloque d’enregistrement sonore, de recta ou facial, mais espacé dans le temps (d’une série d’appréhensions, qui vont sans problème, étant toutes finies mais illimitées) en segment fragmentaire, par un étrillage et montage entre une série de lecture de textes, écrits récemment, passablement fictifs et philosophiques.


Database/Ran 22.11.2024 / 03.12.2024

 Philosophie à l'école buissonnière

24.02.2020

LACAN in MARE NOSTRUM


Lacan et Krakowie

Kırım (Crimée) ve Ben

Notes on “Dursun’un hamsili signifiant pilavı” case study, called “MARE NOSTRUM”

 

halil türker‏ @haliltrkr

H.L. Bu işin amatörü olarak Lacan ile ilk karşılaşmayı bunlarla yapmanız tavsiye olunur… Zizek kesinlikle doğru bir tercih değil. Sağolsun, real-reality meselesi yüzünden epey bir şeyi yanlış anlamama sebebiyet vermiştir kendisi
 

Me: Amerikan talebeleri ve hocalarının French Theory diye her dediğine laf yetiştirmeyle bu işler olmayacak; asla bir Caputo'yla bir Bennington'la, Ayna'nın Sırrı'yla karşılaşamayacağımı anladım ve artık ciddi olacağım dediğimde aklıma şu Lazcan fıkrası geliyor: “Krakowie'ye gittiğim zaman Krakowie'ye…” diye başlayan
 

H.L. Evet hocam. Artık birilerinin Lemberg'e gittiğini söylemesi lazım :)
 

Tiyo için teşekkür ederim, Lemberg de güzel mekânı cennet.

Lazca Lacan fıkrası (Lazcan) kitaben şöyle biter: "Giresun Gettosunda Dursun, Hamsi'ye der ki 'Ha ben Kirim'a kadar cidip geleyrum'/ He, der/ "Ha sana dedum, ben Kirim'a cidip geleyrum" (2 tekrar daha): Susan Hamsi patlar: Ne yani şimdi[1]
 

Hikâye böyle bitmez tabii. Analiz girer araya: "Hamsi" sadece "He" diyebilen sufi, kunik formda bir Arap harfidir ('He Panta'daki Rumca He de olabilir): o bir "signifiant flôttant"dır (yüzergezer gösteren) o yüzden balık seçtim. Laz/ Yiddish metonimisi zaten açık. Ancak, signifiant zorlanırsa: Pat!
 

Bakın çok açık yazıyorum: Hamsi bir balıktır (derya kadar vardır ve hepsi birbirine benzer), hamsi konuşamaz He der: Herşeye Evet! En sadık dostumuzdur, sırdaş. Sonra Lacan bir takım tarihsel  bilgiler verir: Polonyalı dostlarımız için başlatığımız Dünya Savaşlarından söz eder: Sadık Kato!
 

Hikâye kötü bir sona doğru sürüklenmektedir (Karadenizde fırtına patlayacak kesin!) Başta iki masum arkadaştılar, ama iletişim biçiminden ağır bir denizci düğümünün (Noeud lacanien) ortaya çöreklendiğini ve signifiant'ı boğmaya başladığını sezebiliriz (Dursun's object of desir): KırımWar!
 
Polonya da Kırım da Dünya Savaşları çıkarma yeteneğinde iki güzel Helena, yer Truva, ben Apollo (bu yüzer signifiant pilavı daha çok "Su Kaldırır Su"). Lehler Kato olmayı seçen Slavlar. Lazlar Müslüman olmayı seçen Rumlar. Yasak gösterilen, aşkınsal giz, kutsal sadakati zorunlu kılıyor: "He!"
 

Tarih zaten gemici düğümünü iyi atmış çözemezsin, gemici Dursun da kufik He'yi limana bağlamış (düğüm) forsaj (forçage) yükleme yapıyor ki Karadeniz taşsın, Savaşlar başlasın, iç işlerine karışılsın, bütün imlerin seyrüseferi başlasın, düğümdeki fay hattı kırılsın ve herkes rahatlasın!
 

Herşeye he deme dışında bir seçeneği olmayan bir nesne (ülke, halk, sevgili, sınıf, din -Yezidî, emancipé olmamış bir kimlik, tanımca ve saygı uyandırmayan X) bul, yükle (investie ton desir en t'y investissant, tu auras été pris par/à même piège), oraya kendi arzunu yerleştirirken sen de yerleş: aynı Tuzak
 
Analistler bu "Su kaldırır Su" sahnesini görmek isterler; bunun için basit bir doktor tavsiyesinde bulunurlar diğer hekimler gibi (Çay İçerken Gözün Acıyorsa Kesin Sorun Gözte): onlara ne pişmanlık veriyorsa onu yapmaktan geri durmaları: Sıkı bir Perhiz, haftaya gel: Ve Fırtına! Ve Savaş! Şenlik
 

Dokunaklı pişmanlık sahneleri: Perhizi bozan bu muazzam hazinenin her zerresi (şahsi olmayan) gösterenle dolu olduğu için Not alma dışında ve hastaya (canım sen de, o zaman sen de Çayı Kaşıksız İç! ve fiziki hastalık) dışında hiçbir şifahi teşhiş ve fizikî tedavi uygulanmamalıdır: müsekkin, uyku ilacı dahil! Bu çok mühim! Hamsi Seyri Deryada kalmalı (dışarda veya içerde ölür)
 

Kanunlarla çizili bir Ortaçağ Lonca sisteminden (Psikanaliz Derneği[2]) söz ettiğimize göre Etik ve Hukuki limitlere mecburen riâyet edilecek! Ancak Savaşlar şahsi değil de Milletler arasında Kanunla(!) yapıldığında Zeus gerçek yüzünü, yani Goya'nın görüp delirdiği o Cappricio'ları gösterebilir
 

Analist Zeus veya Siklop olmadığına, bir sosyal bilimci olduğuna göre, ona peki o zaman sen neden Kırım Harbi'ni engellemedin, neden Nazilerin Polonyayı ilhâk (Einschluss) etmesinin önüne geçmedin, neden önce Yezidîleri kaçırmadın, neden '68i, neden Gezi'yi vb. denemez. O ölü politikacılara sorulur
 

Biz ana kucağı gibi şevkat gösterir yargılamayız, ki onun ölü anasına anlatır gibi anlattığını baba kulağıyla dinleyip anlamlandırabilelim, yani androjin, nötr kalmak zorundayız Athena Sceptomena gibi arkamızda playboy Apollo, kutsal kanunlar bizden yana: Trajedi sadece seyredilir: Ayin[3]
 

Décidemment, on n’est que trop bon avec eux[4]

 

 

 



[1] Ontolojik şema gereği konuşmaması (insan diliyle konuşmaması) gereken Hamsi’nin gösteren dilinde kendi diliyle konuştuğunu varsaydığımız zaman (ki Lacan, fıkrasının orjinal versiyonunda iki getto sakinini aralarında konuşturur. Yiddishce veya okunaksız dost dili Lehçe, ama anlaşmanın ya çok zor ya da konuşmayı gerektirmeyecek kadar yoğun olduğu bir dilde) ortaya bizim versiyonumuzda –gülme etkisinin, yani sinirsel boşalmanın olabildiğince ertelenmesi, ötelenmesi gereken sonunda- şöyle bir fıkra sonu ortaya çıkar: « Neden bana durmadan Kirim’a kadar gidiyorum diyorsun? Ne yani? Artık bana Kırım’a gidiyorum dediğinde Çayeline Karın’a gittiğini anlamam için mi?” Yani aralarındaki kopuk diyaloğun düğümlediği düğümün uzun bir hikâyesi, ipin ucunu yavaşça ele geçirerek çözülecek içi ödem yapmış (çok su kaldırmış) bir apse var demektir.
[2] Burada bir tür Mısır seyahatlerinden yürütülmüş eski eserlerle süslü eski mason localarını andıran, duvarları Bayeux halılarının orijinal taklitleriyle kaplı ağırbaşlı ve kasvetli günah çıkarma odası (antikacı dükkânı) tasvir edebilirsiniz imgeleminizde (bkz. Freud’un şahsi kabinesi fotoğrafları, edebiyattan yardım için Flaubert’den Salambô, Balsac’tan Peau de Chagrin (veya Meçhul Şaheser), Pamuk’tan Masumiyet Müzesi, vb. Dekor ve ayin her kültüre göre mutlaka uyumlu olmak zorundadır, ve geliştirilebilir; enstalasyon sanatçıları bu iş için var)
[3] Trajedi Yunanlılarda seyirlik bir oyun haline gelmiştir, ama tragos kökeni onun ayinle bağını koparıp sanat haline geldiğini gösterir: analiz ne sanat ne de ayin olduğuna göre, ama birinin erteleyici sağaltıcı gücünden diğerinin de yoğunluk ve katarsis etkisinden faydalanarak, bu en güçlü farmakon’lar ve simulakrlar dışında hiçbir kimyaya ihtiyaç duymadan ümit edilmeyen nice başarılar kazanmıştır: Logos’un muthos’la iyileştirici ikinci evliliği… İkinci Ahid, Üçüncü Ahid: Mare Nostrum!
[4] Lacan tarafından alıntılanan Patafizisyen Raymond Queneau (eau: Su), “On est toujours trop bon avec les femmes”(Roman),

6.12.2012

"Senin Adın Bir Uykudandır" / Ton nom est d'un sommeil

 
"ORONTES" ŞİİRİNİ ÇEVİRİ DENEMESİ


2 Aralık (2012) günü evimden çıkmış, Marion, Stiegler, Agamben ve bir ihtimal Nancy ile –uzaktan-görüleme yordamıyla- buluşmak için vapura binmişken “Orontes” tarafından durduruluyorum. Zihnim bir önceki gün Stiegler’in felaket çığırtkanlığı (ve A.Soysal’ın “Tinin Felaketleri” başlıklı konuşmasıyla dolu, çözümsüzlükten bir çözüm çıkarma sancısıyla bir zihinsel görü arayışında iken, sanki gözümün önünde birden Alduxe Huxley’in “Algının Kapıları”nın aralanmasını beklerken, Orontes şiiri (Hades'dekinin bir kolu olması yanı sıra, Suriye sınırımızdaki Asi ırmağının antik adı, veya Arapların adlandırmasıyla Şatt-ül Arab) zihnimde çağlamaya başlıyor, ve bu su üzerinde (ama hangisi?) keyifli bir thalassal (bahri) yolculuk devam ederken kalemimle bu ırmakta (nehr içünde, nehr içre) yüzüyorum. (Bu konuda bir gün bir “nehir roman” yazabilirim gibi gönlüm melankolik bir coşkuyla dolu veya durdurulmuş…)




Ne var ki bu durdurulma beni yolumdan, hedefimden de saptırıyor; gideceğim buluşma yerine uzaklık, zihnimde seçimsiz bir seçimle, dünün yağmurlarından sonra parıldayan  kış güneşi altında oltalara zıplayan balıklarla dolu bu suyun, Haliç'in yakınlığında oyalanmaya bırakıyor yerini… Yakındaki suyu, uzaklardaki fırtınalı denizlere tercih ediyorum (bir felaketten kaçar, veya onu geciktirmek, ertelemek istercesine…), görümün bana bir kez daha (kim bilir kaç kez? buraların yerlisi bir deli divâne olmak bitiremiyor, tüketemiyor bu görülemenin hep sanki ilk görüleme gibi olmasını…) kapılarını açtığı yerde tutuklu kalıyorum; aynı Haliç balıklarının köprünün altından geçerken kendilerini adeta gurebâya merhamet ettiklerinden (gratuité de la grâce) günübirlik Galata balıkçılarına yem olmaya bırakmaları gibi… Yakalanıyorum (geçmemeliymişim demek ki oradan, daha modern çevre yollarından, böyle şehrin tam kalbinden geçmeyen otoyollardan, oyalanmadan gitmeliymişim gideceğim yere, orası neresiyse…)



Bir dizi anlık fotoğraf çekiyorum (ya da çekiniyorum, çekiliyorum, çekiliveriyoruz Türkçe’nin yapısal olanaklarına göre, kafamda): ama bu kez eski şairlik aylaklığı günlerimde olduğu gibi sadece zihnimde değil, teknik bir yordamı ustaca ve gizlice kullanmayı bilmenin verdiği tesadüfe olan o sarsılmaz güvenle… Geçen ay yine “aynı suyun” üstünde (kim geçebilir aynı suyun üstünden iki kere / şu aynîyet denizinden…) çektiğim gece yarısı fotoğraflarıyla gerçekleştirdiğim “La Nuit Clandestine” (Yasaklı Gece) filminin gün ortası versiyonu (variation eidétique; onun öze ilişkin çeşitlemesi) için köprünün bir köşesine sinip tuzağımı kurup malzeme topluyorum: balık yerine imge, duygu-anı, duygulam avlayıp kavram-anı’mı, kendi yakalanma ân’ımı (lahza) ve yakalanma anı’mı (hafıza) yakalamaya çalışıyorum. Tesadüfün payı ne olursa olsun, salon sehpası üzerine dantel bir örtü gibi kıvrım kıvrım yayılan (Bergson) bir ufkun ardından sabırla ve ısrarla beklemeyi öğrenmeden, zengin veya “doyurucu” (saturé) bir dikkat deneyimini asla yaşayamayacağımızı hepimiz bilmeliyiz…



Filhakika, nehr durmasa da biz onu durdurmasını bilmeliyiz: Orontes tarafından durduruldum demiştim: Durmak bilmez bir şey tarafından durduruldum... Ve ertesi gün (3 Aralık) şiirimi temize çekerken, ilk yazım hatası denetiminden geçemedi “Orionte” (Orion, bir "Çoban Yıldızı" eşlik etsin istemiş olmalıyım bu son yolculuğa; ama hataydı, yoktu artık o nehirde artık bir rehber): Orontes olarak düzeltildi ilkin bu yazım hatası... Şiir “Orion”a doğru kayabilirdi, zira olağanüstü bir filmin adıydı Orion (Çoban Yıldızı); ama Suriye sınırına ilişkin bir şey vardı aklımda ve beni o nehrin yakınlığına taşıyordu, aynı yaklaşan bir felaket adı gibi Asî...



Sonra şiirin ilk versiyonunda olmayan Lethè ırmağı eklendi (“Gorges profondes de Lethè”; “Unutuluş Irmağının derin Boğazları”), zira aynı kıtada “unutma”, "uyuşma" (lethargie) olmasa bile “uyku” kelimesi geçiyordu: “Senin adın bir Uykudandır”. Lethè ırmağının adı anılmadan anılıyordu zaten bu ilk versiyonda da; adı açımlanıyordu ırmağın, geldiği yer, adının geldiği yer hakkında bilgi veriliyor, adeta çarpanlarına ayrılıyordu. Ne tarz bir “uyku”ydu bu “bir Uykudandır”. Peki kim konuşuyordu bu şiirde? Bana varan bu şiirde konuşan, bilgi veren özne kimdi? Bu bilgilere nereden veriliyordu, geliyordu şiire veya görüye? Ve neden şimdi veriliyordu bana bu şiir (doygun görü: “intuition saturée” –J.L. Marion) Neden?



Hades vardı zaten ilk versiyonda. Styx nehrini ise bilerek sokmamıştım bu şiire, fazla Homerik (Ömerix) göndermeleri vardı o nehrin. Ama araştırınca (canlı görüye kütüphanedeki ölü izleri taşıyınca) bütün bu nehirlerin hep aynı ölüler ülkesinin katman katman uzanan, dolanan nehirleri olduğunu fark ettim. Neden kâdim Yunanlılarda,Mısırlılarda olduğu gibi tek nehir yoktu Ölüler Ülkesi’ne son yolculuk için? Neden kök-söylenceler (Ur-mythes) bu kadar ayrıntılıydı? Neyi görülememizi (ayırd etmemizi) istiyordu eskiler (eski izler) tam olarak bizden?



Bunun görüsüne 3 Aralık günkü araştırmalarımda varır gibi olsam da (zira, şiirimi yazarken görümde olmayan bir başka sözcük tarafından durduruldum o gün: “thalamus”), şiirimde bunun emaresi belirtisi yoktu: “thalamus”un beyincikte bir “odacık”, Yunanca’da da bu sözcüğün “düğün, gerdek odası” (chambre nuptiale) anlamına geldiğini bugün emektâr kütüphane sözlüğümden öğrenecektim. “Hipotalamus”u ise ortaokul veya lisedeki emektâr hocalarımdan zaten çoktan öğrenmiştim de acaba görüleyebilmiş miydim? İşte soru buydu. Dün bunun hesabını vermeye karar verdim. Üzerine gidilmeliydi bu “soru”nun “soru olarak”… Bu metin nehir gibi dolansa da, şimdi bu metnin yazılma amacı, şiirimi açıklamak değil, bu henüz sorulmamış “soru”nun üzerine gitmektir.


thalamus ve hupothalamus...

İmdi, şiir açıkça “ölüm”den söz ediyor, bunu “unutma” veya “bir uyku” biçimi üzerinden belirliyor, ve hemen daha başında da ölüler ırmağının rehberi (“passeur”; karşı tarafa geçiren kayıkçı) ile bir “uzlaşma” (“négocier”: 1 Aralık’taki siyasi-felsefi tartışmalarda hassas bir öneme sahipti bu sözcük) imkanını sorguluyordu. Ayrıca “nehir ağzı” (“embouchure”), “bataklık” (marais), “derin ağızlar (vadiler)” (“gorges profondes”) gibi birçok yerbilimsel, coğrafi imgeye başvuruyor, “ölüler ülkesi”ni söylencelerde olduğu gibi “yeryüzü”nden ödünç alınmış -çeviri- imgeler (Benjamin) aracılığı ile görüye sunuyordu.



Ne var ki, düzeltme sırasında şiire eklediğim sadece iki sözcükten birinden söz ettim ama diğerinden henüz söz etmedim. İlki, belittiğim gibi, “Lethé” sözcüğü idi, ve zaten aynı kıtada “uyku” sözcüğü olduğu için bir tür yineleme (redondance) ve anlamı güçlendirme veya açık kılma ötesinde bir değişiklik getirmiyordu. Eklenen ikinci sözcük, “harfler” (“lettres”) sözcüğü ise bir yineleme etkisinden çok bir karar verilemezliğe açıyordu şiiri: zira “topraklar” (“terres”) sözcüğüne türdeş olmayan, kökten farklı bir seçenek olarak ekleniyordu şiire: “Ağız toprakla dolu” dizesi düzeltilince “Ağız toprakla / harflerle dolu” haline gelmişti. Ama neden bu “topraklar / harfler” düzdeğişmece (metonimi) seçeneği? Ve bunun “thalamus” veya diğer başka sözcüklerle ilişkisi, canlı veya anlık olduğu varsayılan görüyle veya ölü izle ilişkisi ne?

Bu kıtayı aynen alıntılıyorum (şiirin ilâveten bir yabancılaşma etkisi gözetmeksizin içsel bir monolog olarak Fransızca yazıldığını, yazdırıldığını bilmem belirtmeme gerek var mı?):

“silence sur leur bouche

vers l’ouverture/ embouchure

de bouche pleine de terres

                             / letttres”

[“ağızları toprakla

            / harflerle dolu

açıldığı / döküldüğü yere doğru

ağızları üstünde sessizlik”]



Bu arada şiirin yazıldığı özgün dilde “terres”/ “lettres” ikilisinin bir tür harflerin yerinin değiştirilmesiyle oluşan bir anagram gibi, sözel ve sessel bir gönderme ilişkisi içinde olduğunu bilmem vurgulamam gerekli mi? Düzeltme sırasında beni durduran her ne ise, “toprakla” sözcüğünü tamamen silmedim ve sanki ona eşdeğermiş gibi, “sessizlik” sözcüğünden de güç alarak “harfler” sözcüğünü ekledim. (Nehrin denize döküldüğü ağızda -bouches/ embouchures- harfler Mezo-potamya'dan tortu olarak dökülüyor ağızlardan: su/ pota...)

Şiiri(mi) açıklama ve (kendime) çevirme riskine girmişken, cesur bir adım daha atarak şunu da ekleyeyim o zaman: “ölünün ağzının açıldığı noktada ağzına dolan toprak” imgesinin ağırlığını (fecâat) veya sıradanlığını aşmak istemiş olacağım: yani “sessizliği”, toptan çürüyüp yok olmayı, şu sözün bittiği, toprak olduğu yeri “ölü harfler”le aşmak (aufhebungen) istemiş olacağım...
Felaketten kurtulan veya kurtulacak olan son şeymiş gibi görünen bu “ölü harfleri” (yani Edebiyatı: “Belles Lettres”, zira Fransızca’da çoğul yazıldığında “harfler” her zaman “yazın” anlamına gelir) bir ölünün ağzından kurtarmak istemiş olacağım, avlanmış bir avı başka bir avcının av ve avcıyla beraber yutması -kavraması, algılaması- gibi*…



Peki şimdi, kendi yerbilimsel imgelerinden, kendi söylencesel göndermelerinden, ölümü bize görülemeye sunmasından bu şiiri de özgürleştirmek, aşmak gerekmiyor mu? Bu thallassal (bahrî) ölüm diyarında gezinti nerede, hangi görüde vuku bulmaktadır? Bu “katman katman uzanan, dolanan”, kendi üzerine büklüm yapan nehirler tam olarak nerededir? Neden “bir nehir” değil de “birden fazla nehir” vardır? Nerden kaynaklanmaktadır bu nehirler, nereden dolmaktadır ve nereye akmaktadır, çağlamaktadır, kıpır kıpır, içinden veya üstünden “iki defa” bile geçilemez olan "tek defalık", "günübirlik" bu nehirler nerede akmaktadır ve nereye dökülmektedir suları, harfleri, sesleri?



Bu yerbilimsel, “ölüler diyarı” imgesi nasıl aşılabilir? Peki iyi bilinen Kantcı akılcı imge “règne de fins” (erekler ülkesi) bu imgeyi aşmakta ne kadar yol kat edebilmiştir, -Kant'ın bizatihi kendisi- bir rehber, bir “kayıkçı”, “karşı tarafa geçirici” veya “yolda bırakıcı” olarak? Bu soruların vahameti bir yana, daha mütevazı ama daha az dikkat çekmiş başka bir soruyla kapatacağım imge defterimi.



Soru şu: ‘Ölüler ülkesindeki bu ırmaklar beynimizin şimdi keşfettiğimiz dolambaçlarıdır” diye ironik (ama doğrulanması da yanlışlanması da olanaksız) bir mesaj mı vermeye çalışmıştır, örneğin (ötekiler arasında bir örnek olarak) Yunan "öte dünya" söylencesinde bir “yere” (topos) karşılık gelen “thalamus” sözcüğünü beyincikte bir topos’un adı olarak vaftiz eden geçen yüzyılın bilimsel –ve bilgece- söylencesi?

bilimsel söylenceler...

Evet soru şu: eski sözcüklerle nasıl yeni şeyler yapılabilir? Eski yüzyıllar üzerlerine düşenleri yaptılar, ve bize sözcükler, “harfler” bıraktılar. Görümüzü uyandırmak için vasıtalardı bunlar: kelimeler bizi öte tarafa götürmek ve öte taraf (mutlak dışarı veya mutlak içeri) konusunda düşündürmek için “rehber” (“passeur”; kayıkçı) idiler. Onlar eski kültürle “uzlaşı” (négotiation; pazarlık) aradılar. Kökten kopuşu gerçekleştirirken son imleri, belirtgeçleri de kullandılar: şimdi ise Eski Yunanca ve Latince sözcükler bilimsel terminolojide kullanıla kullanıla tükenmeseler de bir sınıra geldiler. Eski ilâh adları (alegoriler/ yerineler...) tükendi, “RU2”, vb. tarzı harflere ve sayılara mahkum edildi kültürümüz: Evrensel bir görü kaybı ve “Tinin” belki geri dönüşü olmayan “Felaketi” (dés-astre; yıldız-kopum), yani kopuşu da geri dönüşsüz bir şekilde hızlandı.



İşte ben de bir “bilim adamı” olacakken bu asrın bu felaketi tarafından durduruldum, şiir yazmaya koyuldum, görülerimin (thalamus visuel) ardından, kelimelerin peşinden, imgeleri delerek “katman katman uzanan, dolanan” kendi beynimin labirentlerinde dolanıyor, sonra da “thalamus” veya “hipothalamus” adı verilen kendi “oda mezarı”mda tekrar tekrar uykuya (nehre) dalıp unutuyorum, yeni hayallerle uyanıyorum.



“Sauve qui peut!”: “kurtar ki olabilsin!” veya “kaçan kurtulsun!” / Suriye'den veya Küçükpazar'daki Suriye Hamamı'ndan, veya hiçbir yerden, bu monattan “kaçış yok!”…


* Ya da Benjamin'in imgesini kullanırsak "sattığı şey kendisi olan satıcı" gibi... ("à la fois vendeur et la marchandise"= prostitué)

1.12.2009

Hiç'in Tragedyası: Süzülürcesine Giz'e Giriş (Final)


Su güzeldi, beni çağırıyordu...




Önce kuyuya çekildim...


Güneşe çağrıldım ben...









Göle girdim ve kendimi bıraktım...
Wirgina Wolf'un ruhuyla karşılaştım....
Yeşile karıştım...

















Osiris'in sırlarına eriş... Gölde kaybolma....




Ateşle oyun olmaz...




Ölü evi'nde rüzgâr...





Artık hiçbirşey hatırlamıyorum...





Göl üzerinden kaydım ve yok oldum....