"ORONTES" ŞİİRİNİ ÇEVİRİ DENEMESİ
2 Aralık (2012) günü evimden çıkmış, Marion, Stiegler, Agamben ve bir ihtimal Nancy ile –uzaktan-görüleme yordamıyla- buluşmak için vapura binmişken “Orontes” tarafından durduruluyorum. Zihnim bir önceki gün Stiegler’in felaket çığırtkanlığı (ve A.Soysal’ın “Tinin Felaketleri” başlıklı konuşmasıyla dolu, çözümsüzlükten bir çözüm çıkarma sancısıyla bir zihinsel görü arayışında iken, sanki gözümün önünde birden Alduxe Huxley’in “Algının Kapıları”nın aralanmasını beklerken, Orontes şiiri (Hades'dekinin bir kolu olması yanı sıra, Suriye sınırımızdaki Asi ırmağının antik adı, veya Arapların adlandırmasıyla Şatt-ül Arab) zihnimde çağlamaya başlıyor, ve bu su üzerinde (ama hangisi?) keyifli bir thalassal (bahri) yolculuk devam ederken kalemimle bu ırmakta (nehr içünde, nehr içre) yüzüyorum. (Bu konuda bir gün bir “nehir roman” yazabilirim gibi gönlüm melankolik bir coşkuyla dolu veya durdurulmuş…)
Ne var ki bu durdurulma beni yolumdan, hedefimden de saptırıyor; gideceğim buluşma yerine uzaklık, zihnimde seçimsiz bir seçimle, dünün yağmurlarından sonra parıldayan kış güneşi altında oltalara zıplayan balıklarla dolu bu suyun, Haliç'in yakınlığında oyalanmaya bırakıyor yerini… Yakındaki suyu, uzaklardaki fırtınalı denizlere tercih ediyorum (bir felaketten kaçar, veya onu geciktirmek, ertelemek istercesine…), görümün bana bir kez daha (kim bilir kaç kez? buraların yerlisi bir deli divâne olmak bitiremiyor, tüketemiyor bu görülemenin hep sanki ilk görüleme gibi olmasını…) kapılarını açtığı yerde tutuklu kalıyorum; aynı Haliç balıklarının köprünün altından geçerken kendilerini adeta gurebâya merhamet ettiklerinden (gratuité de la grâce) günübirlik Galata balıkçılarına yem olmaya bırakmaları gibi… Yakalanıyorum (geçmemeliymişim demek ki oradan, daha modern çevre yollarından, böyle şehrin tam kalbinden geçmeyen otoyollardan, oyalanmadan gitmeliymişim gideceğim yere, orası neresiyse…)
Bir dizi anlık fotoğraf çekiyorum (ya da çekiniyorum, çekiliyorum, çekiliveriyoruz Türkçe’nin yapısal olanaklarına göre, kafamda): ama bu kez eski şairlik aylaklığı günlerimde olduğu gibi sadece zihnimde değil, teknik bir yordamı ustaca ve gizlice kullanmayı bilmenin verdiği tesadüfe olan o sarsılmaz güvenle… Geçen ay yine “aynı suyun” üstünde (kim geçebilir aynı suyun üstünden iki kere / şu aynîyet denizinden…) çektiğim gece yarısı fotoğraflarıyla gerçekleştirdiğim “La Nuit Clandestine” (Yasaklı Gece) filminin gün ortası versiyonu (variation eidétique; onun öze ilişkin çeşitlemesi) için köprünün bir köşesine sinip tuzağımı kurup malzeme topluyorum: balık yerine imge, duygu-anı, duygulam avlayıp kavram-anı’mı, kendi yakalanma ân’ımı (lahza) ve yakalanma anı’mı (hafıza) yakalamaya çalışıyorum. Tesadüfün payı ne olursa olsun, salon sehpası üzerine dantel bir örtü gibi kıvrım kıvrım yayılan (Bergson) bir ufkun ardından sabırla ve ısrarla beklemeyi öğrenmeden, zengin veya “doyurucu” (saturé) bir dikkat deneyimini asla yaşayamayacağımızı hepimiz bilmeliyiz…
Filhakika, nehr durmasa da biz onu durdurmasını bilmeliyiz: Orontes tarafından durduruldum demiştim: Durmak bilmez bir şey tarafından durduruldum... Ve ertesi gün (3 Aralık) şiirimi temize çekerken, ilk yazım hatası denetiminden geçemedi “Orionte” (Orion, bir "Çoban Yıldızı" eşlik etsin istemiş olmalıyım bu son yolculuğa; ama hataydı, yoktu artık o nehirde artık bir rehber): Orontes olarak düzeltildi ilkin bu yazım hatası... Şiir “Orion”a doğru kayabilirdi, zira olağanüstü bir filmin adıydı Orion (Çoban Yıldızı); ama Suriye sınırına ilişkin bir şey vardı aklımda ve beni o nehrin yakınlığına taşıyordu, aynı yaklaşan bir felaket adı gibi Asî...
Sonra şiirin ilk versiyonunda olmayan Lethè ırmağı eklendi (“Gorges profondes de Lethè”; “Unutuluş Irmağının derin Boğazları”), zira aynı kıtada “unutma”, "uyuşma" (lethargie) olmasa bile “uyku” kelimesi geçiyordu: “Senin adın bir Uykudandır”. Lethè ırmağının adı anılmadan anılıyordu zaten bu ilk versiyonda da; adı açımlanıyordu ırmağın, geldiği yer, adının geldiği yer hakkında bilgi veriliyor, adeta çarpanlarına ayrılıyordu. Ne tarz bir “uyku”ydu bu “bir Uykudandır”. Peki kim konuşuyordu bu şiirde? Bana varan bu şiirde konuşan, bilgi veren özne kimdi? Bu bilgilere nereden veriliyordu, geliyordu şiire veya görüye? Ve neden şimdi veriliyordu bana bu şiir (doygun görü: “intuition saturée” –J.L. Marion) Neden?
Hades vardı zaten ilk versiyonda. Styx nehrini ise bilerek sokmamıştım bu şiire, fazla Homerik (Ömerix) göndermeleri vardı o nehrin. Ama araştırınca (canlı görüye kütüphanedeki ölü izleri taşıyınca) bütün bu nehirlerin hep aynı ölüler ülkesinin katman katman uzanan, dolanan nehirleri olduğunu fark ettim. Neden kâdim Yunanlılarda,Mısırlılarda olduğu gibi tek nehir yoktu Ölüler Ülkesi’ne son yolculuk için? Neden kök-söylenceler (Ur-mythes) bu kadar ayrıntılıydı? Neyi görülememizi (ayırd etmemizi) istiyordu eskiler (eski izler) tam olarak bizden?
Bunun görüsüne 3 Aralık günkü araştırmalarımda varır gibi olsam da (zira, şiirimi yazarken görümde olmayan bir başka sözcük tarafından durduruldum o gün: “thalamus”), şiirimde bunun emaresi belirtisi yoktu: “thalamus”un beyincikte bir “odacık”, Yunanca’da da bu sözcüğün “düğün, gerdek odası” (chambre nuptiale) anlamına geldiğini bugün emektâr kütüphane sözlüğümden öğrenecektim. “Hipotalamus”u ise ortaokul veya lisedeki emektâr hocalarımdan zaten çoktan öğrenmiştim de acaba görüleyebilmiş miydim? İşte soru buydu. Dün bunun hesabını vermeye karar verdim. Üzerine gidilmeliydi bu “soru”nun “soru olarak”… Bu metin nehir gibi dolansa da, şimdi bu metnin yazılma amacı, şiirimi açıklamak değil, bu henüz sorulmamış “soru”nun üzerine gitmektir.
thalamus ve hupothalamus...
İmdi, şiir açıkça “ölüm”den söz ediyor, bunu “unutma” veya “bir uyku” biçimi üzerinden belirliyor, ve hemen daha başında da ölüler ırmağının rehberi (“passeur”; karşı tarafa geçiren kayıkçı) ile bir “uzlaşma” (“négocier”: 1 Aralık’taki siyasi-felsefi tartışmalarda hassas bir öneme sahipti bu sözcük) imkanını sorguluyordu. Ayrıca “nehir ağzı” (“embouchure”), “bataklık” (marais), “derin ağızlar (vadiler)” (“gorges profondes”) gibi birçok yerbilimsel, coğrafi imgeye başvuruyor, “ölüler ülkesi”ni söylencelerde olduğu gibi “yeryüzü”nden ödünç alınmış -çeviri- imgeler (Benjamin) aracılığı ile görüye sunuyordu.
Ne var ki, düzeltme sırasında şiire eklediğim sadece iki sözcükten birinden söz ettim ama diğerinden henüz söz etmedim. İlki, belittiğim gibi, “Lethé” sözcüğü idi, ve zaten aynı kıtada “uyku” sözcüğü olduğu için bir tür yineleme (redondance) ve anlamı güçlendirme veya açık kılma ötesinde bir değişiklik getirmiyordu. Eklenen ikinci sözcük, “harfler” (“lettres”) sözcüğü ise bir yineleme etkisinden çok bir karar verilemezliğe açıyordu şiiri: zira “topraklar” (“terres”) sözcüğüne türdeş olmayan, kökten farklı bir seçenek olarak ekleniyordu şiire: “Ağız toprakla dolu” dizesi düzeltilince “Ağız toprakla / harflerle dolu” haline gelmişti. Ama neden bu “topraklar / harfler” düzdeğişmece (metonimi) seçeneği? Ve bunun “thalamus” veya diğer başka sözcüklerle ilişkisi, canlı veya anlık olduğu varsayılan görüyle veya ölü izle ilişkisi ne?
Bu kıtayı aynen alıntılıyorum (şiirin ilâveten bir yabancılaşma etkisi gözetmeksizin içsel bir monolog olarak Fransızca yazıldığını, yazdırıldığını bilmem belirtmeme gerek var mı?):
“silence sur leur bouche
vers l’ouverture/ embouchure
de bouche pleine de terres
/ letttres”
[“ağızları toprakla
/ harflerle dolu
açıldığı / döküldüğü yere doğru
ağızları üstünde sessizlik”]
Bu arada şiirin yazıldığı özgün dilde “terres”/ “lettres” ikilisinin bir tür harflerin yerinin değiştirilmesiyle oluşan bir anagram gibi, sözel ve sessel bir gönderme ilişkisi içinde olduğunu bilmem vurgulamam gerekli mi? Düzeltme sırasında beni durduran her ne ise, “toprakla” sözcüğünü tamamen silmedim ve sanki ona eşdeğermiş gibi, “sessizlik” sözcüğünden de güç alarak “harfler” sözcüğünü ekledim. (Nehrin denize döküldüğü ağızda -bouches/ embouchures- harfler Mezo-potamya'dan tortu olarak dökülüyor ağızlardan: su/ pota...)
Şiiri(mi) açıklama ve (kendime) çevirme riskine girmişken, cesur bir adım daha atarak şunu da ekleyeyim o zaman: “ölünün ağzının açıldığı noktada ağzına dolan toprak” imgesinin ağırlığını (fecâat) veya sıradanlığını aşmak istemiş olacağım: yani “sessizliği”, toptan çürüyüp yok olmayı, şu sözün bittiği, toprak olduğu yeri “ölü harfler”le aşmak (aufhebungen) istemiş olacağım...
Felaketten kurtulan veya kurtulacak olan son şeymiş gibi görünen bu “ölü harfleri” (yani Edebiyatı: “Belles Lettres”, zira Fransızca’da çoğul yazıldığında “harfler” her zaman “yazın” anlamına gelir) bir ölünün ağzından kurtarmak istemiş olacağım, avlanmış bir avı başka bir avcının av ve avcıyla beraber yutması -kavraması, algılaması- gibi*…
Peki şimdi, kendi yerbilimsel imgelerinden, kendi söylencesel göndermelerinden, ölümü bize görülemeye sunmasından bu şiiri de özgürleştirmek, aşmak gerekmiyor mu? Bu thallassal (bahrî) ölüm diyarında gezinti nerede, hangi görüde vuku bulmaktadır? Bu “katman katman uzanan, dolanan”, kendi üzerine büklüm yapan nehirler tam olarak nerededir? Neden “bir nehir” değil de “birden fazla nehir” vardır? Nerden kaynaklanmaktadır bu nehirler, nereden dolmaktadır ve nereye akmaktadır, çağlamaktadır, kıpır kıpır, içinden veya üstünden “iki defa” bile geçilemez olan "tek defalık", "günübirlik" bu nehirler nerede akmaktadır ve nereye dökülmektedir suları, harfleri, sesleri?
Bu yerbilimsel, “ölüler diyarı” imgesi nasıl aşılabilir? Peki iyi bilinen Kantcı akılcı imge “règne de fins” (erekler ülkesi) bu imgeyi aşmakta ne kadar yol kat edebilmiştir, -Kant'ın bizatihi kendisi- bir rehber, bir “kayıkçı”, “karşı tarafa geçirici” veya “yolda bırakıcı” olarak? Bu soruların vahameti bir yana, daha mütevazı ama daha az dikkat çekmiş başka bir soruyla kapatacağım imge defterimi.
Soru şu: ‘Ölüler ülkesindeki bu ırmaklar beynimizin şimdi keşfettiğimiz dolambaçlarıdır” diye ironik (ama doğrulanması da yanlışlanması da olanaksız) bir mesaj mı vermeye çalışmıştır, örneğin (ötekiler arasında bir örnek olarak) Yunan "öte dünya" söylencesinde bir “yere” (topos) karşılık gelen “thalamus” sözcüğünü beyincikte bir topos’un adı olarak vaftiz eden geçen yüzyılın bilimsel –ve bilgece- söylencesi?
bilimsel söylenceler...
Evet soru şu: eski sözcüklerle nasıl yeni şeyler yapılabilir? Eski yüzyıllar üzerlerine düşenleri yaptılar, ve bize sözcükler, “harfler” bıraktılar. Görümüzü uyandırmak için vasıtalardı bunlar: kelimeler bizi öte tarafa götürmek ve öte taraf (mutlak dışarı veya mutlak içeri) konusunda düşündürmek için “rehber” (“passeur”; kayıkçı) idiler. Onlar eski kültürle “uzlaşı” (négotiation; pazarlık) aradılar. Kökten kopuşu gerçekleştirirken son imleri, belirtgeçleri de kullandılar: şimdi ise Eski Yunanca ve Latince sözcükler bilimsel terminolojide kullanıla kullanıla tükenmeseler de bir sınıra geldiler. Eski ilâh adları (alegoriler/ yerineler...) tükendi, “RU2”, vb. tarzı harflere ve sayılara mahkum edildi kültürümüz: Evrensel bir görü kaybı ve “Tinin” belki geri dönüşü olmayan “Felaketi” (dés-astre; yıldız-kopum), yani kopuşu da geri dönüşsüz bir şekilde hızlandı.
İşte ben de bir “bilim adamı” olacakken bu asrın bu felaketi tarafından durduruldum, şiir yazmaya koyuldum, görülerimin (thalamus visuel) ardından, kelimelerin peşinden, imgeleri delerek “katman katman uzanan, dolanan” kendi beynimin labirentlerinde dolanıyor, sonra da “thalamus” veya “hipothalamus” adı verilen kendi “oda mezarı”mda tekrar tekrar uykuya (nehre) dalıp unutuyorum, yeni hayallerle uyanıyorum.
“Sauve qui peut!”: “kurtar ki olabilsin!” veya “kaçan kurtulsun!” / Suriye'den veya Küçükpazar'daki Suriye Hamamı'ndan, veya hiçbir yerden, bu monattan “kaçış yok!”…
* Ya da Benjamin'in imgesini kullanırsak "sattığı şey kendisi olan satıcı" gibi... ("à la fois vendeur et la marchandise"= prostitué)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder