13.12.2012

ŞEHİR PERİSİ (TRAGEDYA)

ŞEHİR PERİSİ –BEKLENTİLER-
(Tragedya: 16 Delilik Sahnesi)



I- “Şu bitki örtüsüne bak! Toprak daha haziranda ağustosun bitki örtüsünü taşıyor. Bana her şeyden önce İstanbul kavramını bu bitki örtüsü verir. Şuraya bak, öbek öbek otların ötesinde toprak sinsi bir alacayla kaplanıyor. Yakına gidip bakınca bu rengi tavşanbıyıklarının verdiğini görünce hayret ediyor insan. Beklenmedik hiçbir şey yok yine de; belki bir su arığının etrafında koyulaşan bir yeşillik sadece…

Ancak yaklaştıkça, beklenmedikler artıyor; yüksek otların, ağaçlardan düşen tohum kabukların arasında kırmızı bir kene… Bunlar da bizim için beklenmedik… —Sakın böyle konuşmakla bir takım şeyleri göz ardı ettirmeye çalıştığımı sanma-“

[Çamlıca tepesinde, seyrek evlerin arasında bir grup Doğa bilimci genç, bağırsaklar dışarıda, dört yapraklı yonca aramaya çıkmışlardır.]



2- “Şu bastığın yeri görüyor musun? O bir bazilika.”

[Sultanahmet’in arka taraflarındadırlar. Uzaktan kentin gürültüsü işitilir.]

“Bizans’a doğru dörtnala gelen şu üç atlıya bak! Zamanında onlardan da birçok despot bizimkilerin şehri fethetmesinden yanaymış, şimdi bizden de birçok Bey onlarla çalışıyormuş…”

[Çekmece gölü üzerindeki Mimar Sinan’dan kalma o eski taş köprüyü görürüz. Etrafta eskiye dair başkaca bir belirti yoktur…Sonra yine Sultanahmet Camii’nin arkasındaki harabelere dönülür ve yakın çekimle yerlerde gastro şişeleri ve belirtisel bir sürü pislik görülür.]



3- “Bulutlar geçiyor, acele etmeliyiz. Hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor. Ancak yine de temel sorun, beklenmedik bir şey olması için yine beklememiz mi gerektiğidir.”



4- “Kastettiğim pislik değildi”



5- [Burada herkes çocukluğunda dinlediği o bilindik masalarla göre kendi yaşamını anlatacak. Örneğin: “Kırmızı Başlıklı Kız” masalı:]

“Hiç unutmam, annemin hazırladığı paketi teyzeme götürmek için yola çıkmıştım. Birden yolu şaşırdım ve kendimi ormanda buldum. Önüme iki yol çıktı: dikiş iğne yoluyla toplu iğne yolu. Sonra teyzeme nihayet varınca onu biraz değişmiş buldum.”



6- “Tanıdıklık üzerine konuşmam istendi benden; turistleri alıp götürmem, Yeniçeri’leri göstermem, sonra da onları havaalanına taşıyıp yenileri için yer açmam, vb. Güneşin meteoroloji kulesinin ardından batmasından ve onun da tam karşısında denize inen bir takım yollar olduğundan başka hiçbir şey bilmiyorum. Çünkü diğerlerini yaşıyorum ve yaşadıklarım üzerine hiçbir şey bilmiyorum. Buralarda şimdi iş yapmak için bulunuyoruz ve daha ötesi bizim için tarihsiz bir takım binalar...”

[Burada daha çok görüntülerin konuşması gerekecektir: Yeniçeriler Caddesi, Beyazıt Kulesi, Mithat Paşa Yokuşu, Polenezce bir takım dükkânlar, dövizli alış-verişler ve her milletten insan kalabalığı…]



7- [Haritalı ve haritasız halklardan ufak topluluklar, plastik çiçekler, Arap turistlerin çok sevdiği o renkli alüminyumdan çaydanlıklar ve okumaya gelmiş Orta-Doğulu gençler]

“Biz buradayız, çünkü İran başka yere kaçamaz. İranlı da başka yere kaçamaz. İran olmasaydı İranlılar da olmayacaktı, ama İranlılar olduğu için de İran vardır. Orada yanı başınızda İran adlı bir ülke vardır. İran’da İranlılar denilen Azerî ve Farisî halklar yaşar, soyları Pehlevî hanedanına kadar uzanır, Lehçesi de Pehlevice’dir. İran devrimci bir ülkedir, orada şu an bir devrim olmaktadır.”

[Kamera coşkulu bir nahiflikle konuşan İranlı öğrenciden kahvedeki diğer yüzlerde ve İran Konsolosluğunun camekânındaki devrim sonrası belirtgelerde dolaşır. Ateşli hatibin elinde Molla Camî’nin “Baharistan” adlı divanı vardır, ve içindeki minyatürleri göstererek konuşmaktadır.]

“Duyduk ki sizin topraklarda ezilen Sünni çareyi Şii imamında ararmış, Şia iktidar olunca da umutları tersine dönermiş. Petrol okumalı diyordum ben, evet petrol. Ama tahsilim yetmedi, eğitimin yarım kaldı. Petrol okumaya geldim ben buraya. Bizde petrol su gibidir, ama su da çok azdır. Petrol belli ellerde toplanır. Hürmüz cennete bir yerin adıdır, orada bahçeler vardır. Boğazı, suyu, incisi boldur, aynaları ve ipek halıları kıymetlidir. Afgan ve astragan ticareti yapılır.”



8- YAZ: Sahil denize giren çıplak çocuklarla doludur. Deniz, iklim, karakterler ve rastlantısal olan, bitkiler ve uçuşan tohumlar misâli dünyadaki sonsuz çeşitliliğin delili gibidir. Bütün bunları sıcak bir yaz günü sahilde oynaşan çocukların çeşitli tipte kemikli ayaklarından çıkarmaya çalışırız. İnsan, tohum saçan doğadan payını almış gibidir. Ancak doğanın yeşermesini beklerken kireç tutup kemikleştiğini görürüz: onları parktaki banklarda içki ve diğer asalaklarıyla ortakyaşarlıkta buluruz. İhtiyarlar veya zamanından önce yıpranıp ihtiyar gösteren yüzler… Kayaların üzerinde mantarlaşan yosunlar gibi midyelerin üzerindeki kireç izleri… Bu döngünün acımasız olduğunu görürüz. Bu boğucu, nemli yaz sıcağında en ufak ıslak yüzeyden binlerce sinek havalanır.



9- Çarşının sinekleriyle konuşan bir adam görürüz. Sinekleri besleyip sanki onlara yem vermektedir. Sanki onlardan haberler almakta veya onlara gidip konacakları tezgâhları bildirmektedir. Sinekler sanki görünmez birer borsa simsarıdırlar. Bazı tezgâhlardaki malın değerini anında düşürebilirler, diğerlerininkini de haksız yere yükseltebilirler. Gidecekleri yerleri iyi bilirler. Her yerde ölümün sırtını sıvazlarlar. Hasta bir çocuğa ölmesi için yardım ederler. Ona dışkısından haberler getirirler. Hasta çocuklar birdenbire ortalıkta görünmez olurlar. Onların öldüğünü dışkılarından haber getiren sineklerden anlarız. Her sinek biraz da ölü bir çocuktur, onları dışkılarımız gibi saklarız; ama onlar yine de peşimizden ayrılmazlar.



10- Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin orta sıra çöplüğünde birkaç genç bir şeyler çiziktirmektedir. Burası onların Parnassus’larıdır. Her yerde esin perileri ve Musalar dolanmakta, onlara anlamını bilmedikleri sözler fısıldamaktadır. Onlar da bu yarı çıplak Musaların ve esin perilerinin söylediklerini anlamadıkları için onların zahirî şekillerini resmetmekle yetinmektedirler. Musalar kentin denizle olan diyalogunu ve pazarlığını bilirler. Öğrenciler de eski bir gravürden buldukları bu kompozisyonu kendilerine ödev olarak almışlardır: buna göre Zeyrek’te veya Edirnekapı surları önünde Hristo koltuğunun altındaki bir tomar kağıdı Ulubatlı Hasan’a vermektedir. Bunlar kentin sur dışında kalan arazilerinin tapularıdır. Arkada görülen dumanlardan yaklaştığını hissettiğimiz savaşı önleme adına son bir sivil girişim olarak da yorumlayabiliriz bunu. Musaların bu son girişiminin işe yaradığı söylenemez. Zira Fatih, esas parçayı, yani sur içini o sırada tam tersi bir noktadan, yani iç-deniz olan Haliç’ten, ‘içerden’ halletmektedir.



11- Musalardan sonra Yakub’un koyunlarını ve Hazreti İbrahim’i görürüz. Yakup bir duvar halısındadır. Dolmabahçe sarayı yakınlarındaki bu açık hava halı sergisinde Yakub’un tam yanındaki halıda ise at sırtında kovboy John Wane vardır. Muhtemelen İstanbul hatırası hediyelik eşya olarak, Boğaz’ın tam girişine demir atan Amerikan donanması gemilerinden karaya çıkan denizcilere hitaben burada sergilenmektedir (acaba sık dokuma bu halı şimdi hangi Amerikan evini süslemektedir?). Hazreti İbrahim ise, başında haleyle İsmail’i (veya inanışa göre İshak’ı) kurban etmek üzereyken gökten inen koçla Tevrat’ta ve Kuran’da anlatıldığı haliyle resmedilmiştir. Bir de oniki Zodyak falı ve dünyanın yaradılışıyla ilgili tasvirler vardır.



12- Taşkasap’tan bir kısmı Lape’ye (La Paix), oradan da Mazhar Osman zamanında Bakırköy’e taşınan deliler evini görürüz. O zamanlar deliler evi açmak ve işletmek özel izne tabiiydi. Şişli’deki evinden akşamüstleri boyanıp çıkan Madam Manukyan’ı, hastaneden gece izni alan Masör (“ma soeur”: hemşire) Maria Frederico Romano’yu (Levanten) ve başında hasır şapkayla hastanenin bahçesinde bahçıvan olarak çalışan 16 yaşındaki Gregor’u (Rum) görürüz.

Hastanenin bahçesindeki Rodin’den kopya “Düşünen Adam” heykelini, parktaki kırık dökük, neredeyse ırzına geçilmiş “bakire ana”yı, bildiği tek evi bir kilise yıkıntısı olan Gurumo’yu (Bulgar) görürüz (eğer evini ziyaret etmek isterseniz, onun gibi evine bir sıçrayışta çıkmasını bilmelisiniz). Bahçe o kadar geniştir ki, orada, eskiden Aksaray’da bir apartmanın önünde durmadan zıplayan “Zıp zıp ebe”yi ve de sanki insanların üzerlerine yapışıp kalmış bir şeyi atmak istermiş gibi ortak bir uğraş gösterdiği diğer bir sürü deliyi burada bir arada –bir arada bulunmaları için hiçbir mantıklı gerekçenin öne sürülemeyeceği bir sürü insanı- görebilirsiniz.



- “Peki ya ‘gerçek’, insanların bir sıçrayışta soyunup atabileceği bir şey değilse…”



13- “ ‘Gerçeği topluluk yaratır’ diyordum kendi kendime. ‘O’ (topluluk) kendisine görev düşünce sessizce toplanır ve işini yapar. O işini (‘gerçeği’) yaparken kendini de değiştirir (değişmiş bulur): Birbirini görür: İlk kez ve bir kez.”



“Askerliğinizi hatırlayın, haydi olmadı gerçek bir savaşa katılmış bir gaziyi… Artık ömrü boyunca susturamazsınız onu. Sanki aklını yitirmiş gibi hep aynı şeyi anlatır, kendi ‘gerçeğine’ gömülmüştür. Tam gömülmese bile (zira tam gömülenlere ‘şehit’ denir, onlar ölüdür, gömülmüştür) en ufak fırsatta kendi ‘gerçeği’ne geri dönmek ister. Onların delilerden tek farkı, tam da bu gidiş-gelişler, daha doğrusu kendi gerçeklerinden çıkma, (aramıza) geri dönme ihtimalleridir. Ama bu fark onların deli olmadığını ispatlamaz.”



-“Bizim ömrümüz çok kısa süreli oldu; ve şimdi her şeyden çok değiştirip değişmeye ihtiyacımız var” diyordu bir ölü, beyhude bir konuşmasında, kendinden yaşayanlar gibi “geçmiş zaman”da söz ederek.



-“Ufak sokakların o günden sonra nasıl tıkış tıkış dolduğunu, kentin tapu senetlerinin nasıl yakıldığını gördüm” diyordu bir başka ölü, kendi ölüm gününden ve sonrasında olanlardan söz ederek, beyhude, yaşayanlar gibi kendinden “şimdiki zamanda” söz ederek.



-“Ben bugüne kadar ters yaşamışım diyordum, siz bana şimdi ters yaşadığımı söylüyorsunuz” diyordu, zamanın neresinde durduğu, dahası kendisiyle ve diğeri (belki de doktoru) ile nasıl bir bakışımsızlık ilişkisi içinde olduğu kestirilemez, uyumsuz biri.



-“Sen bedensel dokunmaya karşı korkunu bir kuş olmakla dile getiriyorsun” diye sitem ediyordu kara sevdadan aklını uzun zaman önce yitirmiş ve yavuklusu sandığı kuşlarla muhabbeti derinleştirmiş bir mecnun sitemkâr, tenine yapışmış olmayan sevgilisinden bir türlü kurtulamayıp…



-“Rüzgârın uğultusunu işitmedin mi?” diye soruyordu vehimle dupduru bir gök altında, durgun, açık bir havada bir diğeri, bastıramayarak bir iç sesi, kim bilir neyin iç mecazı?



-“İlkim değişmiş ve böcekler tersine uçuyorlardı” diye başlıyordu ilk cümlesine son romanının, deliliğinden üstüne deli gömleği gibi oturan ünlü bir yazar biçmiş tecrübeli bir deli…



-“Hastalık yapanları kovup bitkisel çeşitliliği arttırmayı sen de istemiyor musun?” diye soruyordu bütün devrimlerden yarım akılla çıkmasını bilip en son ekolojik devrimine sevgilisini inandırmaya çalışan vejetal bir deli, kendi aklındaki fauna’larla konuşarak…



14- “Hiçbir topluluk toplanamadı. Gerçeğin oluşturuluşu yarım kaldı. Eski gerçek bizi mahkûm ediyordu. Sanki yalnızca kendi kafamızın içinde konuşmuşuz bunca zaman. Ama hayır! Bir belirti: varlığa ilişkin… Demek biz varız ki, bize karşı tavır alınabiliyor. İşte tam da bu bizi yaralayanların alnında bir yarık açtığımızı gösterir. Sanki haykırışları sessizce ağlayışları… Bizi durduran yine kendimiz. Kendimizde kovduğumuz şey karşıtımızda karşımıza çıkıyor. Bu nasıl diyalektik Allah’ım? Ancak bu yer değiştirmedir ki bütün kabuklarımızı kıran. Bunca kafa karışıklığına değermiş doğrusu… Rahme düşecek rastlantısal bir çocuk, öyleyse daha az mı rastlantısal (:mantıksal) bulacak kendini?”



15- “Evet, biliyorum, siz susanlar Sokrates’in öldürülüşünde de susanlar. Bir ebe oğlunu öldürdünüz! Hayır, siz öldürmediniz onu: O, doğurttuğu çocuklar aracılığıyla doğrulandı. O doğrular getirdi dünyaya, henüz doğmamış olanları… Ama daha önce doğmuş olanlardan… Hiçbir sihir yoktu ortada. Doğurttukları önceki doğrulara açıklık kazandırıyordu, yargılıyordu, ortadan kaldırıyordu. Bu ise insanın koymuş olduğu bir yasağı çiğnedi. O halde Sokrates başka bir insan yasası adına, önde giden doğruların yasası adına, yine en eski insan yasalarına göre öldürüldü. Bu açmazı bildiği için ölüme direnmedi. Ölüme direnmek, onu durduran yasaya direnmek olacaktı, bu da onu geçersiz kılacaktı.”



16- Bir grup halk silahlanmıştır: “Önde giden doğrular istemiyoruz, önde giden doğrular istemiyoruz” diye bağırmaktadırlar. “Biz buradayız ve yeni doğan çocuklar da buraya doğuyor, geleceğe doğmuyor. İster geçmişin karanlığı deyin, ister geleceğin aydınlığı, isterse de bugünün durağanlığı, doğrularınız bugüne hizmet etmeli”

[Bu sesler güruhtaki diğer bağrışmaların arasından en keskin silahlı, az sayıda ama en çok sesi çıkan bir grubun bulunduğu taraftan kesintili olarak işitilmiştir.]



11-15 Haziran 1983/ 13 Aralık 2012



1 yorum: