Always on the traces of trace…
(and me after…)
Metropolitan Arşivi için teşekkürler. “Garb Seferim” için çok faydalı oldu…
Saint-Denis Bazilikası’nı araştırmakla başladım okumalara; Suger and Saint Denis (1986, Metropolitan, N.Y.) adlı kitapta iki önemli makale göze çarpıyor; okumaya başladığım ilki (B) ikonografik, diğeri ise (A) felsefi-teolojik bir yaklaşım, ikisi birbirlerini tamamlıyor, aydınlatıyor:
A –“Suger, Theology, and the Pseudo-Dionysian Tradition”, Grover A. Zinn, Jr.
B –“The Lateral Portals of the West Facade of the Abbey Church of Saint-Denis: Archaeological and Iconographic Considerations”, Pamela Z. Blum...
Bunlara bir üçüncü, Hesperia’dan arkeolojik bir makale de eklendiğinde konunun tam bir görünümüne sahip olunabiliyor:
C- “THE CHURCH OF ST. DIONYSIOS THE AREOPAGITE AND THE PALACE OF THE ARCHBISHOP OF ATHENS IN THE 16TH”, JOHN TRAVLOS AND ALISON FRANTZ, Hesperia, XXXIV, 3
1984-85 kış aylarında gezmiştim ilk kez; "Saint-Denis, Paris-VIII Üniversitesi'ne ilk başladığım yıllardı... Şehir yenileştirme politikaları öncesi, Edit Piaf'tan kalmış, veremli, hayalet bir kent görünümündeydi Bazilika çevresi... 10. yy.’dan beri bütün Fransız Kralları o bazilikaya gömülü: Saint-Denis bütün Fransa’nın kurucu/ koruyucu “patronu”...
Pseudo-Dionysius, diğer adıyla Denys the Areopagite'in (John Scotus Eruigena –Peri Physeon- tarafından çevrildi ve onu Hugh, Suger okuyabiliyordu) teolojisine göre bezenmiş bazilika... Kapı rölyefleri geçirdiği onarımlarla ve Devrim günleriyle bazı “ilmi kayıplara” uğramış...
Ben de J.Derrida'nın "How can awoid to speak"ini çevirirken ilgilenmiştim Denys'nin "negatif ilahiyatı"yla... (Bkz.“Nasıl Konuşmazlık edebiliriz?”, Din Felsefesine Dair Okumalar, Der. Recep Alpyagıl, 2012, İz yayıncılık)
B-
İkonograf incelemede üç figür ilgimi çekti: Bir iğva sahnesi…
-Priest (rahip)
-Sponsor (iğvaya aracılık eden “sorumlu”, daha önce iğva olmuş)
-Candidate (yeni, aday, novis, acemi, çırak)
Tarihçi Georges Duby: Bu ilişkiyi “göksel hiyerarşinin insan ilişkilerinde devamı” olarak okuyor… Bu söylenebilecek asgari şey, ama “nasıl?”… Denys’nin “Göksel Hiyerarşi” (Hiérarchie Céléste) eserine bakmak lazım. Bu hiyerarşi modeli üzerinden, Capetian hanedanlığı, Suger adlı bir başrahip (Abbey) ve elinin altında Duns Scotius tarafından bir çevirisine sahip olduğu Denys’nin eseri vasıtasıyla Fransız taşrası (hinterland’ı, “Franklar” adı verilen insan tarhı) bu ruhban öğretisi temelinde toparlanıp bir Devlet (sponsor; yani spondere’ye muktedir, responsable –bir medium veya bir simulacrum olarak Devlet) olma yoluna giriyor.
Hristiyan ikonografisinde (zaten onun tarihi ve oluşumundan bahsediyoruz: varlığın ve zamanın “ikon”larından…) “vaftiz” bu “giriş”i resmetmek için uygun bir vasıta, medium, “simulacra”:
“İmmersion” (“triple immersions: threefold signifie: dying, renouncement and rebirth”); yani, Suya batırılma sahnesi (“Batı cephesi”, s.216):
(en sol köşede altta ve en sağ alt köşedeki figürler:) |
“Sponsor”, “aday”ı arkadan iki eliyle tutarak kaldırıp bir yere bırakır (suya daldırır) gibi: Vecd hali yüzlerinden belli oluyor. Sağ el bedeni üstten tam kavramış, ancak sol el adayın (eski Yunanlılar’da Site hayatında “iddia sahibi” –prétendant” idi bunun adı, yani “sivil topluma”, kamu hayatına aday olan herhangi bir genç) kalbi hizasında simgesel bir işaret yapıyor: “işaret ve orta, iki parmağın bitiştirildiği kutsama” işareti…
“2 fingers or 3 fingers” problemi ortaya çıkıyor. İğva’nın hangi aşamasındayız? “Second step of initiation” (?) dammaged by restauration; “impossible to speak without speculation” diyor Pamela Blum,
“impossible also to avoid to speak on”
(“konuşmazlık etmek de imkansız”) diyoruz biz…
[Pamela Blum speaks after Sumner McK’s archeologicals investigations on Basilic; Suger, after the traduction of Duns Scotus, and me after Derrida’s article that I have allready translated…
Une bonne chaîne de “spondere”, des “repondants”…]
A-
Önemli nokta, “görünmez dünya” (göksel) ile “görünür dünya” (mundana mundo) arasında aracılık rolü yapacak “simulacra”ların tayini meselesi…
Sanki kolayca ayır edilebilirmiş gibi iki ilahiyat arasında bir ayrım yapılıyor:
-“Mundana Theologia qui utilise les simulacrum de la nature” ve
-“Divine theologia qui utilise les simulacrum de la Grâce (the humanity of Word –Logos-) pour rendre visible les choses invisibles. “God is manifest in both simulacra” p.35 (cf. G.Zinn)
Hugh of Saint-Victor’un “excitata” kavramından söz etmesi ve “transfero” (“rise up” and “translating and interpretation of a word or a phrase” also in Eriugena Duns Scotus, s. 36-37) ile ilişkilendirmesi de önemli ipuçları sunuyor.
“The human mind [with “excitata”] ascends from visible beauty to invisible beauty”…
(diğer cephede de benzer iğva sahneleri)
C-
Öte yandan bilim (yorumbilgisi) durmuyor ve uyumak istemiyor.
Paris civarındaki –Gotik sanatın ilk örneği olarak kabul edilen- bu Bazilika neden Denys’nin kozmo-teolojisi üzerinden (Scotus’un çevirisi aracılığıyla) inşa edildi? Suger, kurucu iktidarı için bir aziz’e ihtiyaç duyuyordu, Saint-Denis, eski “Sözde-Dionysius”un metinlerini sahiplendi, kendisini sanki Atina’dan geliyormuş gibi, Aziz Pavlus’dan el almış, 3. yy.’daki Dionysos ile özdeşleştirdi: bu kadar karışıklık onun Orta Çağda (12.yy) aziz olması için yeterliydi.
Peki bu metinleri (Hiérarchie Céléstre /Göksel Hiyerarşi) kim yazmıştı? Açıkça taze hrisitiyan (Plotinus) Neo-platonculuk etkisindeki bu metinleri ne Paris’in patronu Saint-Denis (ne tabii ki çevrimeni Dun Scotus) ne de –hatta- Atina’da Akropol’de adına bir archi-bishop kilisesi olan Dionysos Areophagite yazmıştı.
Bu metinlerin “bilinmeyen bir Suriyeli” (“A.D. 500 by an unknown Syrian”) tarafından yazılmış olabileceği düşünülüyor; ancak bu metinlerin tek bir yazarı olmayıp, yazılan metinler, Dionysos Areopagite “özel ismi” altında toparlanıyordu: Duns Scotus’un da “görünmez gerçeklikler dünyası” hakkında, belki “varlık” hakkında Heidegger’i de doğrudan esinleyecek felsefesi için kaynak: bu karma yazarlı metinlerdi.
(Belki de Nietzsche boşuna not düşmemişti “Dionysos” –isim benzerliği olan diğeri- ve “Çarmıha gerili İsa” arasındaki analojiye, Ecce Homo’da… Bu isim benzerlikleri, "özel isim" etrafında dönenler belki de yeterince ciddiye alınmıyor)
Gelelim, yaklaşık 3.yy.’da yaşamış olacağı düşünülen hem Atina ilk-hristiyanlığının hem de bütün Orodoks dünyasının kurucu azizi Dionysos’a (“sözde Dionysos” sıfatını acaba ona Atinalı paganlar mı takmıştı?): Kendisi’ni (Paris’teki mi?), Pavlus’un pagan Atina’yı talihsiz ("disappointing") ziyaretinde ilk hristiyan olanlardan olarak tanıtması da bu spekülasyonlara renk katacaktır. Atina’da gerektiği gibi, hristiyanca şehit edildiği zaman evi yakınlarında Pavlus’un görüldüğü/ belirdiği de bu tarz rivayetler arasında yer bulmuştur (bkz. C).
Elde tek olgusal veri Akropol’deki Dionysos kilisesi kalıntılarıdır (ancak arkeologların “hata payı” inanılmaz: “Its date, however, remained enigmatic, having been variously attributed to the 7th, 9th and 17th centuries”. Papalık (Innocent) 12. yy.’da böyle bir kilisenin varlığından yeri tarif etmeden söz eder. Ancak 15. yy.da bir grup gezileri sırasında burayı keşfetmiş ve Dionysos kalıntılarının kopyalarını yapmıştır (Syriacus of Ancona, 1436). 17.-18. yüzyıllarda seyyahlar buralardan kalanları görmüşlerdir. Bilimsel araştırmalar ise American School of Classical Studies’in Atina’ya yerleşmeleriyle 1934’de başlamış, sonra da 60’lı yıllarda devam etmiştir.
Ancak, Atinalı Dionysos ile Parisli Saint-Denis arasında bağ gizemini (metempsikoz gibi) korumaktadır. Tek arkeolojik pist (C’nin yazarlarının zikrettği ama yorumlamadığı), 12yy.’ın Franklarına (Louis IX ve Alphonse de Poitier) ait bir takım sikkelerin Akropol’de Dionysos kilisesi etrafında bulunmuş olmasıdır. Haçlı seferleri için gelen Franklar tarafından “bırakıldığı” düşünülebilir. “Göksel Hiyerarşi” metninin ilk kopyaları ve derlenme süreci konusunda bir ilerleme sağlandığı takdirde, bu “fikir veya ruh göçü” meselesi daha iyi anlaşılabilecektir.
Bütün bunlar arkeolojik merak olması ötesinde daha derin bir gerçeği okumamıza yardımcı olabilir: Bu da Pavlus zamanındaki Atina’yı hayalimizde canlandırıp havarinin “Acts”larını okumaktan geçer. Dionysos, Pavlus’un bu sarsıcı ziyaretinden sonra çetin bir soru ile karşılaşmış olmalı:
Pavlus’un gelip bıraktığı bu yeni görünmez Tanrı da nedir?
(“unknown God”)
Dionysos’un meselesi şu olsa gerekti: “Yunan ruhuna ve varlık-sanat anlayışına uymayan bu Tanrı ile nasıl Yunanlıları uzlaştırabilirim -daha da önemlisi, Yunanlıları kendi aralarında nasıl uzlaştırabilirim, göksel hiyerarşiden geçerek?" İşte o’na atfedilen metinlerin yazılma ve bir (new) “order”ın kurulma süreci böyle başlamıştır…
Bu metin(ler) belki de hala, Scotus, Heidegger, belki Jean-Luc Marion, Derrida aracılığıyla “çevrilip yorumlanmakta” (transfero) ve yazılmaktadır: “excitata” olduğu sürece de “varlık” [ayr(ı)am] izleri izleyerek iz bırakmakta, ama kimi zaman da bıraktığı izlerde –en azından arkeologlar için- pek de “özenli” davranmamakta, izleri silerek, pistleri çoğaltıp karmaşıklaştırmaktadır.
-J'ai eu une curieuse rencontre hier matin (le 1ere Decembre 2012) à 9.30 dans un lieu sans identité -et sans idôle- , près d'aéroport Yesikeuy, avec Jean-Luc Marion (pour la première fois, rencontre très tardive...). Après avoir lui rapporté et le contenu et le contexte dans lequel j'ai analysé brusquement son texte l'autre jour dans mon séminaire (le mercredi dernier, le 28 Nov.), texte intitulé "Métaphysique et Phénoménologie: Un Relève pour la Théologie" (mon propos était "l'intention de dépassement de l'horizon indépassable de la dialéctique qui contredit cela même que'elle approuve" " et le sien dans ce texte: "élargissement les limites de la Métaphysique, y compris Kant, Husserl, et sa détermination comme onto-théologie avec Heidegger, et ce Dieu de l'intuition saturée de la Phénoménologie -comme relève pour ... ), je lui ai demandé s'il y a eu une "explication" (Aussandernsetsung) entre lui et Derrida, après ce que ce dernier avait écrit sur "Dieu sans l'être" de Marion dans "Comment ne pas en parler" dont j'ai fait la traduction:
YanıtlaSil-Et il m'a repondu qu'il y a une rencontre et longue explication, éditée en livre "De Surcroît".
-Et puis je lui ai demandé si Derrida avait la connaissance de le Théologie Négative dans ses premiers écrits. Il m'a repondu qu'il connaissait comme chaque philosophe français uniquement Maître Eckhart (dont il mentionne dans "Qual/ Quelle : la source est le tourment" via Hegel), et non pas Pseudo-Denys..
-Je lui ai rappellé "Sauf le Nom" où il analyse Angélus Silésius, après Heidegger: "la Rose est sans Pourquoi"... (on a discuté l'antériorité de ce texte où Derrida lisait Silésius et écrivait ce livre pendant l'agonie de sa mêre, au chevet.
-Je lui ai demandé si ce Dieu suggéré par lui (lequel? sans guillemets, sans rature, sans idole, sans être humilié, mais dans l'intuitus) est encore un Dieu "des philosophes et des académiciens" (Pascal, cité par lui) , et si un simple et ordinaire chrétien peut s'y reconnaitre.
-Il m'a repondu que le rapport à Dieu dans le christianisme ne passe pas par la connaissance (Dieu in-vu, in-oui), mais passe par la "charité"- rapport à autrui-
-Je lui ai parlé rapidement du Soufisme et du Tassavvuf qui prévoyait un rapport au disciple (à l'instar de Denys dans Hiérarchie Céléste dont Derrida relate la relation) comme un passage/moyen (plutôt une "protension" que "retension tercière", je dirais comme Stiegler) pour-et-dans rapport à Dieu. Il m'a repondu quil ne le connait pas.
-Et (étant au froid glacé au dehors, en train de fumer sa pipe) il m'a dit qu'il faut qu'il aille maintenant (entré à la salle de Semposium) et il est disparu (break de discussion).
-Plus tard, on s'est croisé, moi étant en discussion chaleureuse avec Brossat, à qui je racontais ce que je n'ai pas pu raconté à Marion: voici en attachement cette relation, l'essence de mon investigation en "épokhé archéologique" de l'été dernier que j'ai lu également ce texte de Marion...
http://herrselavy.blogspot.com/2012/10/daima-izin-izlerinde-and-me-after.html
Ps. J'ai longement dévisagé cet homme qui n'a presque pas de ride, ni cheveux blancs, avec une papillon impeccable, dont l'âge, j'imaginais jusqu'alors, d'âge de Descartes (cf. Ontologie Blanche /et/ Grise de Descartes), alors que Brossat et moi, "bons vivants", nous étions "gris".. Et Stiegler dont la technique philosophique est aussi méticuleuse et d'un rafinnement admirable, s'abimait "en crieur de catastrophe en amour d'humanité dont il suspecte le mot 'épongeux' en philosophie"...