mağara alegorisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mağara alegorisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6.12.2012

"Senin Adın Bir Uykudandır" / Ton nom est d'un sommeil

 
"ORONTES" ŞİİRİNİ ÇEVİRİ DENEMESİ


2 Aralık (2012) günü evimden çıkmış, Marion, Stiegler, Agamben ve bir ihtimal Nancy ile –uzaktan-görüleme yordamıyla- buluşmak için vapura binmişken “Orontes” tarafından durduruluyorum. Zihnim bir önceki gün Stiegler’in felaket çığırtkanlığı (ve A.Soysal’ın “Tinin Felaketleri” başlıklı konuşmasıyla dolu, çözümsüzlükten bir çözüm çıkarma sancısıyla bir zihinsel görü arayışında iken, sanki gözümün önünde birden Alduxe Huxley’in “Algının Kapıları”nın aralanmasını beklerken, Orontes şiiri (Hades'dekinin bir kolu olması yanı sıra, Suriye sınırımızdaki Asi ırmağının antik adı, veya Arapların adlandırmasıyla Şatt-ül Arab) zihnimde çağlamaya başlıyor, ve bu su üzerinde (ama hangisi?) keyifli bir thalassal (bahri) yolculuk devam ederken kalemimle bu ırmakta (nehr içünde, nehr içre) yüzüyorum. (Bu konuda bir gün bir “nehir roman” yazabilirim gibi gönlüm melankolik bir coşkuyla dolu veya durdurulmuş…)




Ne var ki bu durdurulma beni yolumdan, hedefimden de saptırıyor; gideceğim buluşma yerine uzaklık, zihnimde seçimsiz bir seçimle, dünün yağmurlarından sonra parıldayan  kış güneşi altında oltalara zıplayan balıklarla dolu bu suyun, Haliç'in yakınlığında oyalanmaya bırakıyor yerini… Yakındaki suyu, uzaklardaki fırtınalı denizlere tercih ediyorum (bir felaketten kaçar, veya onu geciktirmek, ertelemek istercesine…), görümün bana bir kez daha (kim bilir kaç kez? buraların yerlisi bir deli divâne olmak bitiremiyor, tüketemiyor bu görülemenin hep sanki ilk görüleme gibi olmasını…) kapılarını açtığı yerde tutuklu kalıyorum; aynı Haliç balıklarının köprünün altından geçerken kendilerini adeta gurebâya merhamet ettiklerinden (gratuité de la grâce) günübirlik Galata balıkçılarına yem olmaya bırakmaları gibi… Yakalanıyorum (geçmemeliymişim demek ki oradan, daha modern çevre yollarından, böyle şehrin tam kalbinden geçmeyen otoyollardan, oyalanmadan gitmeliymişim gideceğim yere, orası neresiyse…)



Bir dizi anlık fotoğraf çekiyorum (ya da çekiniyorum, çekiliyorum, çekiliveriyoruz Türkçe’nin yapısal olanaklarına göre, kafamda): ama bu kez eski şairlik aylaklığı günlerimde olduğu gibi sadece zihnimde değil, teknik bir yordamı ustaca ve gizlice kullanmayı bilmenin verdiği tesadüfe olan o sarsılmaz güvenle… Geçen ay yine “aynı suyun” üstünde (kim geçebilir aynı suyun üstünden iki kere / şu aynîyet denizinden…) çektiğim gece yarısı fotoğraflarıyla gerçekleştirdiğim “La Nuit Clandestine” (Yasaklı Gece) filminin gün ortası versiyonu (variation eidétique; onun öze ilişkin çeşitlemesi) için köprünün bir köşesine sinip tuzağımı kurup malzeme topluyorum: balık yerine imge, duygu-anı, duygulam avlayıp kavram-anı’mı, kendi yakalanma ân’ımı (lahza) ve yakalanma anı’mı (hafıza) yakalamaya çalışıyorum. Tesadüfün payı ne olursa olsun, salon sehpası üzerine dantel bir örtü gibi kıvrım kıvrım yayılan (Bergson) bir ufkun ardından sabırla ve ısrarla beklemeyi öğrenmeden, zengin veya “doyurucu” (saturé) bir dikkat deneyimini asla yaşayamayacağımızı hepimiz bilmeliyiz…



Filhakika, nehr durmasa da biz onu durdurmasını bilmeliyiz: Orontes tarafından durduruldum demiştim: Durmak bilmez bir şey tarafından durduruldum... Ve ertesi gün (3 Aralık) şiirimi temize çekerken, ilk yazım hatası denetiminden geçemedi “Orionte” (Orion, bir "Çoban Yıldızı" eşlik etsin istemiş olmalıyım bu son yolculuğa; ama hataydı, yoktu artık o nehirde artık bir rehber): Orontes olarak düzeltildi ilkin bu yazım hatası... Şiir “Orion”a doğru kayabilirdi, zira olağanüstü bir filmin adıydı Orion (Çoban Yıldızı); ama Suriye sınırına ilişkin bir şey vardı aklımda ve beni o nehrin yakınlığına taşıyordu, aynı yaklaşan bir felaket adı gibi Asî...



Sonra şiirin ilk versiyonunda olmayan Lethè ırmağı eklendi (“Gorges profondes de Lethè”; “Unutuluş Irmağının derin Boğazları”), zira aynı kıtada “unutma”, "uyuşma" (lethargie) olmasa bile “uyku” kelimesi geçiyordu: “Senin adın bir Uykudandır”. Lethè ırmağının adı anılmadan anılıyordu zaten bu ilk versiyonda da; adı açımlanıyordu ırmağın, geldiği yer, adının geldiği yer hakkında bilgi veriliyor, adeta çarpanlarına ayrılıyordu. Ne tarz bir “uyku”ydu bu “bir Uykudandır”. Peki kim konuşuyordu bu şiirde? Bana varan bu şiirde konuşan, bilgi veren özne kimdi? Bu bilgilere nereden veriliyordu, geliyordu şiire veya görüye? Ve neden şimdi veriliyordu bana bu şiir (doygun görü: “intuition saturée” –J.L. Marion) Neden?



Hades vardı zaten ilk versiyonda. Styx nehrini ise bilerek sokmamıştım bu şiire, fazla Homerik (Ömerix) göndermeleri vardı o nehrin. Ama araştırınca (canlı görüye kütüphanedeki ölü izleri taşıyınca) bütün bu nehirlerin hep aynı ölüler ülkesinin katman katman uzanan, dolanan nehirleri olduğunu fark ettim. Neden kâdim Yunanlılarda,Mısırlılarda olduğu gibi tek nehir yoktu Ölüler Ülkesi’ne son yolculuk için? Neden kök-söylenceler (Ur-mythes) bu kadar ayrıntılıydı? Neyi görülememizi (ayırd etmemizi) istiyordu eskiler (eski izler) tam olarak bizden?



Bunun görüsüne 3 Aralık günkü araştırmalarımda varır gibi olsam da (zira, şiirimi yazarken görümde olmayan bir başka sözcük tarafından durduruldum o gün: “thalamus”), şiirimde bunun emaresi belirtisi yoktu: “thalamus”un beyincikte bir “odacık”, Yunanca’da da bu sözcüğün “düğün, gerdek odası” (chambre nuptiale) anlamına geldiğini bugün emektâr kütüphane sözlüğümden öğrenecektim. “Hipotalamus”u ise ortaokul veya lisedeki emektâr hocalarımdan zaten çoktan öğrenmiştim de acaba görüleyebilmiş miydim? İşte soru buydu. Dün bunun hesabını vermeye karar verdim. Üzerine gidilmeliydi bu “soru”nun “soru olarak”… Bu metin nehir gibi dolansa da, şimdi bu metnin yazılma amacı, şiirimi açıklamak değil, bu henüz sorulmamış “soru”nun üzerine gitmektir.


thalamus ve hupothalamus...

İmdi, şiir açıkça “ölüm”den söz ediyor, bunu “unutma” veya “bir uyku” biçimi üzerinden belirliyor, ve hemen daha başında da ölüler ırmağının rehberi (“passeur”; karşı tarafa geçiren kayıkçı) ile bir “uzlaşma” (“négocier”: 1 Aralık’taki siyasi-felsefi tartışmalarda hassas bir öneme sahipti bu sözcük) imkanını sorguluyordu. Ayrıca “nehir ağzı” (“embouchure”), “bataklık” (marais), “derin ağızlar (vadiler)” (“gorges profondes”) gibi birçok yerbilimsel, coğrafi imgeye başvuruyor, “ölüler ülkesi”ni söylencelerde olduğu gibi “yeryüzü”nden ödünç alınmış -çeviri- imgeler (Benjamin) aracılığı ile görüye sunuyordu.



Ne var ki, düzeltme sırasında şiire eklediğim sadece iki sözcükten birinden söz ettim ama diğerinden henüz söz etmedim. İlki, belittiğim gibi, “Lethé” sözcüğü idi, ve zaten aynı kıtada “uyku” sözcüğü olduğu için bir tür yineleme (redondance) ve anlamı güçlendirme veya açık kılma ötesinde bir değişiklik getirmiyordu. Eklenen ikinci sözcük, “harfler” (“lettres”) sözcüğü ise bir yineleme etkisinden çok bir karar verilemezliğe açıyordu şiiri: zira “topraklar” (“terres”) sözcüğüne türdeş olmayan, kökten farklı bir seçenek olarak ekleniyordu şiire: “Ağız toprakla dolu” dizesi düzeltilince “Ağız toprakla / harflerle dolu” haline gelmişti. Ama neden bu “topraklar / harfler” düzdeğişmece (metonimi) seçeneği? Ve bunun “thalamus” veya diğer başka sözcüklerle ilişkisi, canlı veya anlık olduğu varsayılan görüyle veya ölü izle ilişkisi ne?

Bu kıtayı aynen alıntılıyorum (şiirin ilâveten bir yabancılaşma etkisi gözetmeksizin içsel bir monolog olarak Fransızca yazıldığını, yazdırıldığını bilmem belirtmeme gerek var mı?):

“silence sur leur bouche

vers l’ouverture/ embouchure

de bouche pleine de terres

                             / letttres”

[“ağızları toprakla

            / harflerle dolu

açıldığı / döküldüğü yere doğru

ağızları üstünde sessizlik”]



Bu arada şiirin yazıldığı özgün dilde “terres”/ “lettres” ikilisinin bir tür harflerin yerinin değiştirilmesiyle oluşan bir anagram gibi, sözel ve sessel bir gönderme ilişkisi içinde olduğunu bilmem vurgulamam gerekli mi? Düzeltme sırasında beni durduran her ne ise, “toprakla” sözcüğünü tamamen silmedim ve sanki ona eşdeğermiş gibi, “sessizlik” sözcüğünden de güç alarak “harfler” sözcüğünü ekledim. (Nehrin denize döküldüğü ağızda -bouches/ embouchures- harfler Mezo-potamya'dan tortu olarak dökülüyor ağızlardan: su/ pota...)

Şiiri(mi) açıklama ve (kendime) çevirme riskine girmişken, cesur bir adım daha atarak şunu da ekleyeyim o zaman: “ölünün ağzının açıldığı noktada ağzına dolan toprak” imgesinin ağırlığını (fecâat) veya sıradanlığını aşmak istemiş olacağım: yani “sessizliği”, toptan çürüyüp yok olmayı, şu sözün bittiği, toprak olduğu yeri “ölü harfler”le aşmak (aufhebungen) istemiş olacağım...
Felaketten kurtulan veya kurtulacak olan son şeymiş gibi görünen bu “ölü harfleri” (yani Edebiyatı: “Belles Lettres”, zira Fransızca’da çoğul yazıldığında “harfler” her zaman “yazın” anlamına gelir) bir ölünün ağzından kurtarmak istemiş olacağım, avlanmış bir avı başka bir avcının av ve avcıyla beraber yutması -kavraması, algılaması- gibi*…



Peki şimdi, kendi yerbilimsel imgelerinden, kendi söylencesel göndermelerinden, ölümü bize görülemeye sunmasından bu şiiri de özgürleştirmek, aşmak gerekmiyor mu? Bu thallassal (bahrî) ölüm diyarında gezinti nerede, hangi görüde vuku bulmaktadır? Bu “katman katman uzanan, dolanan”, kendi üzerine büklüm yapan nehirler tam olarak nerededir? Neden “bir nehir” değil de “birden fazla nehir” vardır? Nerden kaynaklanmaktadır bu nehirler, nereden dolmaktadır ve nereye akmaktadır, çağlamaktadır, kıpır kıpır, içinden veya üstünden “iki defa” bile geçilemez olan "tek defalık", "günübirlik" bu nehirler nerede akmaktadır ve nereye dökülmektedir suları, harfleri, sesleri?



Bu yerbilimsel, “ölüler diyarı” imgesi nasıl aşılabilir? Peki iyi bilinen Kantcı akılcı imge “règne de fins” (erekler ülkesi) bu imgeyi aşmakta ne kadar yol kat edebilmiştir, -Kant'ın bizatihi kendisi- bir rehber, bir “kayıkçı”, “karşı tarafa geçirici” veya “yolda bırakıcı” olarak? Bu soruların vahameti bir yana, daha mütevazı ama daha az dikkat çekmiş başka bir soruyla kapatacağım imge defterimi.



Soru şu: ‘Ölüler ülkesindeki bu ırmaklar beynimizin şimdi keşfettiğimiz dolambaçlarıdır” diye ironik (ama doğrulanması da yanlışlanması da olanaksız) bir mesaj mı vermeye çalışmıştır, örneğin (ötekiler arasında bir örnek olarak) Yunan "öte dünya" söylencesinde bir “yere” (topos) karşılık gelen “thalamus” sözcüğünü beyincikte bir topos’un adı olarak vaftiz eden geçen yüzyılın bilimsel –ve bilgece- söylencesi?

bilimsel söylenceler...

Evet soru şu: eski sözcüklerle nasıl yeni şeyler yapılabilir? Eski yüzyıllar üzerlerine düşenleri yaptılar, ve bize sözcükler, “harfler” bıraktılar. Görümüzü uyandırmak için vasıtalardı bunlar: kelimeler bizi öte tarafa götürmek ve öte taraf (mutlak dışarı veya mutlak içeri) konusunda düşündürmek için “rehber” (“passeur”; kayıkçı) idiler. Onlar eski kültürle “uzlaşı” (négotiation; pazarlık) aradılar. Kökten kopuşu gerçekleştirirken son imleri, belirtgeçleri de kullandılar: şimdi ise Eski Yunanca ve Latince sözcükler bilimsel terminolojide kullanıla kullanıla tükenmeseler de bir sınıra geldiler. Eski ilâh adları (alegoriler/ yerineler...) tükendi, “RU2”, vb. tarzı harflere ve sayılara mahkum edildi kültürümüz: Evrensel bir görü kaybı ve “Tinin” belki geri dönüşü olmayan “Felaketi” (dés-astre; yıldız-kopum), yani kopuşu da geri dönüşsüz bir şekilde hızlandı.



İşte ben de bir “bilim adamı” olacakken bu asrın bu felaketi tarafından durduruldum, şiir yazmaya koyuldum, görülerimin (thalamus visuel) ardından, kelimelerin peşinden, imgeleri delerek “katman katman uzanan, dolanan” kendi beynimin labirentlerinde dolanıyor, sonra da “thalamus” veya “hipothalamus” adı verilen kendi “oda mezarı”mda tekrar tekrar uykuya (nehre) dalıp unutuyorum, yeni hayallerle uyanıyorum.



“Sauve qui peut!”: “kurtar ki olabilsin!” veya “kaçan kurtulsun!” / Suriye'den veya Küçükpazar'daki Suriye Hamamı'ndan, veya hiçbir yerden, bu monattan “kaçış yok!”…


* Ya da Benjamin'in imgesini kullanırsak "sattığı şey kendisi olan satıcı" gibi... ("à la fois vendeur et la marchandise"= prostitué)

3.12.2012

ORONTES

mais où est Orontes,
fleuve qui coule vers Hadès?
et comment négocier avec
son passeur?

d'où prend Orontes
et vers où donne
son nom nuptial,
sinon d'Abendland?

Vers une embouchure
de marais noir
jamais entamé
d'un hymne

hymène des morts...
hymène de mots...
silence sur leur bouche
vers l'ouverture (embouchure)
de bouche pleine de terres
                              / lettres...

gorges profondes de Lethé
et épaisseur des nuits
sans fond
ton nom est d'un sommeil
jamais nommé

toi et toi
de toi Néptune
et de toi Jupiter...

                                                       le 2 Décembre 2012

22.11.2012

LES ETOILES DANS LE CIEL / Gökte Yıldızlar

LES ETOILES DANS LE CIEL




Alors, comment sont-elles devenues, les étoiles? Dans toutes les nations, de tout temps, on s’est interrogé sur la naissance des étoiles, sur leurs devenirs. Comment, en effet, sont-elles devenues? Et devenues ce qu’elles sont aujourd’hui? Leurs généalogies ont occupée les premiers hommes.

Dans un caverne, en ruppestre, comme on voit ici, il y a un dessin très curieux, gravé sur le mur: Un certain célèste chacal est en train de polluer un être célèste, féminin; magnifiquement dessiné…



On voit sur le fond du ciel le devenir des étoiles, les étages célèstes, selon leurs intensités, s’évoluant sur le fond du ciel, dans une telle disparité.

Voilà, quand on se condense à voir le ciel noir, on verra forcement le devenir des étoiles. Elles sont en train de devenir, de tout temps et même aujourd’hui.

Voilà, il y a une autre légende egyptienne, bien connu. Là, on voit sur un papyrus, ou plutôt une sorte de palimseste… Quand on examine avec les machines puissantes, on voit derrier un autre dessin. Voilà, on voit ici très clairement l’acte de pollution. Ce sont des étoiles, qui sont là.



Et voilà. Mais il y a un autre dessin, encore plus curieux. On voit maintenant, voilà: On voit ici trois personnages dont la féminine est très curieuse d’ailleurs, assistée par une autre personnage féminine. Mais l’acte que l’on voit n’est pas très normal, mais dans ces temps-là, c’est d’habitude apparemment. Voilà ce que je veux montrer c’est le derrière du desin, on voit là un autre desin. Vous voyez ça: la scène se répéte, se redouble.




On voit ici le devenir des étoiles, selon les autres peintres. Ils dessinnent toujours en analogie avec l’acte sexuelle. Voilà, ce sont des devenirs, des passages, des passages à l’acte des étoiles. Mais vers la fin, on va voir exactement la naissance des étoiles sur le fond du ciel, dans les profondeurs du cosmos. L’acte se répète de tout temps. Mais on commence quand même appercevoir le devenir des étoiles là. Et elles sont brillantes. Et c’est une acte cruelle comme dans les légendes. Et le devenir est assez visible maintenant. Voilà, et le ciel noir. L’acte se répète toujours dans le ciel selon l’intensité et selon –disons- la disparité, mais selon une logique quand même.




On voit ici le grand ours et le petit ours aussi. Les grecs aussi les ont nommé ainsi. C’est curieux: de tout temps, les gens regardent au ciel et s’étonnent. Ils regardent au devenir, mais curieusement eux-aussi, ils sont aussi en train de devenir, comme des étoiles; même [ils deviennent] les étoiles à part entier. Voilà l’acte de regarder accompagne toujours la naissance. Et c’est ça la généalogie toujours renaissante. Regarder les étoiles avec étonnement -enfantin- en espérant voir la naissance, le moment même, exactement, de la naissance des étoiles. Plusieurs étoiles: par définition, elles sont plusieurs. Voilà, la curiosité accompagne toujours la naissance, et la généalogie est curieuse, les dessins aussi. Et on est encore dans le caverne; et on regard, pas à la naissance même, mais à ses reflets, et à sa répétition indéfinie…

Voilà c’est assez curieux et amusant. Et l’acte se commémore, si l’on peut dire, dans les autres parties du cosmos. Et ça se répète, ça se commémore, et non pas comme chez les egyptiens en fait, d’une manière religieuse. Mais un certain rituel se continue, accompagné toujours de l’étonnement, du regard, et de l’envie de toucher cette naissance qui n’est pas de l’ordre du toucher: c’est intangible, impossible à toucher. Mais l’acte de regarder essaie de révéler [rélever] cette impossibilité.

narration-synopsis d'un film de Mysterique:





29.05.2012

Dans la nuit de cauchemar platonicien...

Une manuscrit d'Edgar Allen Poe retrouvée dans un grenier à Londres...
(Conan Doyle, 2012 -avec la courtoisie de)

"Hélas, non, Mademoiselle, nous affrontons là un adversaire autrement plus terrible que ces misérables littérateurs tireurs à la ligne et jaloux deleurs confrères ! Un adversaire métaphysique, oui, parfaitement, Madame.

C’était donc cela le cri, remarquai-je. Parfaitement, c’était le cri d’appel poussé par le démon dans le brouillard, comme le chant des Sirènes envoûtait l’atmosphère pure des îles hellènes.

Le cri était promesse de mots, le cri était tentation, le cri, conclut-il en déployant les harmoniques de sa voix grave, le cri était tombeau.

En proie à la plus mauvaise humeur qui fût, pestant sur l’impossibilité structurelleà finir son récit, contre la médiocrité du langage existant et surtout de la syntaxe, dont la pauvreté confinait selon lui à l’indigence et empêchait toute pensée d’exister.

j’entendis soudain un long cri déchirant.

C’est la matérialisation sonore de votre désespoir, dis-je à mon ami, suivez-moi.Revolver au point, il m’accompagna jusqu’à une encoignure, près d’une échoppe de barbier, où un spectacle terrifiant nous attendait : une goule blanche nous aspirait dans sa bouche ouverte comme un abîme. Ne tirez pas, me dit-il,
laissons-nous aspirer. N’oubliez pas que c’est une matérialisation de mon propre âme et qu’en tirant sur elle vous pourriez me tuer moi-même.

Par un boyau oblique qui descendait dans les profondeurs de la terre, nous atterrîmes en bas d’une cave où trônait une idole à six bras et où gémissaient des êtres enchaînés, principalement des adolescents, esclaves de la poésie éternelle,romanciers perdus dans la nuit permanente des mots.

Ça va ? lui demandai-je, tout en prenant son pouls, qui battait normalement. Il me regarda l’air implorant : Donnez-moi une feuille et un stylo, murmura-t-il, je ne veux pas laisser échapper cette idée… Il en est hors de question, mon vieux, répliquai-je. Ce dont vous avez besoin, c’est d’un bœuf bouilli à la menthe, d’un pudding et d’une bonne nuit de repos dans un lit britannique. Pitié, implorait-il.

Soudain, un rire sardonique éclata derrière moi et, m’étant retourné, je reconnus Rajka Poor, le colosse hindou, qui me toisait avec mépris.

Ah, ah, rugit-il, j’ai à présent un détective et un médecin dans ma collection d’auteurs. Quelle dégradation ! Je décidai de le laisser s’épancher avant de faire parler les armes.

Oui-da, affirma-t-il fièrement, j’ai créé ici, à Bloomstreet, un sanctuaire secret à Brahman, profitant de sa passion des mots, je l’ai fait tomber dans le guet-apens de Brahman.

Lorsque le brouillard se lève et qu’un auteur en panne d’inspiration passe par là, l’esprit de Brahman l’appelle et le fait tomber dans le sanctuaire.

Car de plus en plus de poètes se laissent attirer par ce piège, et je n’ai pas le cœur de les laisser mourir de faim.

Un brigand romantique, rétorquai-je avec une ironie cinglante, cependant que mon ami, s’étant subtilement glissé derrière lui, s’approchait de la statue de Brahman qui siégeait sur un autel d’ébène au milieu de fleurs et de bâtonnets d’encens.
Avant que l’autre n’eût le temps de dire ouf, il s’était emparé de l’idole de terre et l’avait brisée sur le sol en mille morceaux. À ce moment, le colosse se mit à hurler, tandis que tous les prisonniers parurent se réveiller d’un sommeil hypnotique."



(Un inédit de Sir Conan Doyle, retrouvé dans un grenier de Londres, illustré et traduit par Michel Lascault)