13.12.2012

ŞEHİR PERİSİ (TRAGEDYA)

ŞEHİR PERİSİ –BEKLENTİLER-
(Tragedya: 16 Delilik Sahnesi)



I- “Şu bitki örtüsüne bak! Toprak daha haziranda ağustosun bitki örtüsünü taşıyor. Bana her şeyden önce İstanbul kavramını bu bitki örtüsü verir. Şuraya bak, öbek öbek otların ötesinde toprak sinsi bir alacayla kaplanıyor. Yakına gidip bakınca bu rengi tavşanbıyıklarının verdiğini görünce hayret ediyor insan. Beklenmedik hiçbir şey yok yine de; belki bir su arığının etrafında koyulaşan bir yeşillik sadece…

Ancak yaklaştıkça, beklenmedikler artıyor; yüksek otların, ağaçlardan düşen tohum kabukların arasında kırmızı bir kene… Bunlar da bizim için beklenmedik… —Sakın böyle konuşmakla bir takım şeyleri göz ardı ettirmeye çalıştığımı sanma-“

[Çamlıca tepesinde, seyrek evlerin arasında bir grup Doğa bilimci genç, bağırsaklar dışarıda, dört yapraklı yonca aramaya çıkmışlardır.]



2- “Şu bastığın yeri görüyor musun? O bir bazilika.”

[Sultanahmet’in arka taraflarındadırlar. Uzaktan kentin gürültüsü işitilir.]

“Bizans’a doğru dörtnala gelen şu üç atlıya bak! Zamanında onlardan da birçok despot bizimkilerin şehri fethetmesinden yanaymış, şimdi bizden de birçok Bey onlarla çalışıyormuş…”

[Çekmece gölü üzerindeki Mimar Sinan’dan kalma o eski taş köprüyü görürüz. Etrafta eskiye dair başkaca bir belirti yoktur…Sonra yine Sultanahmet Camii’nin arkasındaki harabelere dönülür ve yakın çekimle yerlerde gastro şişeleri ve belirtisel bir sürü pislik görülür.]



3- “Bulutlar geçiyor, acele etmeliyiz. Hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor. Ancak yine de temel sorun, beklenmedik bir şey olması için yine beklememiz mi gerektiğidir.”



4- “Kastettiğim pislik değildi”



5- [Burada herkes çocukluğunda dinlediği o bilindik masalarla göre kendi yaşamını anlatacak. Örneğin: “Kırmızı Başlıklı Kız” masalı:]

“Hiç unutmam, annemin hazırladığı paketi teyzeme götürmek için yola çıkmıştım. Birden yolu şaşırdım ve kendimi ormanda buldum. Önüme iki yol çıktı: dikiş iğne yoluyla toplu iğne yolu. Sonra teyzeme nihayet varınca onu biraz değişmiş buldum.”



6- “Tanıdıklık üzerine konuşmam istendi benden; turistleri alıp götürmem, Yeniçeri’leri göstermem, sonra da onları havaalanına taşıyıp yenileri için yer açmam, vb. Güneşin meteoroloji kulesinin ardından batmasından ve onun da tam karşısında denize inen bir takım yollar olduğundan başka hiçbir şey bilmiyorum. Çünkü diğerlerini yaşıyorum ve yaşadıklarım üzerine hiçbir şey bilmiyorum. Buralarda şimdi iş yapmak için bulunuyoruz ve daha ötesi bizim için tarihsiz bir takım binalar...”

[Burada daha çok görüntülerin konuşması gerekecektir: Yeniçeriler Caddesi, Beyazıt Kulesi, Mithat Paşa Yokuşu, Polenezce bir takım dükkânlar, dövizli alış-verişler ve her milletten insan kalabalığı…]



7- [Haritalı ve haritasız halklardan ufak topluluklar, plastik çiçekler, Arap turistlerin çok sevdiği o renkli alüminyumdan çaydanlıklar ve okumaya gelmiş Orta-Doğulu gençler]

“Biz buradayız, çünkü İran başka yere kaçamaz. İranlı da başka yere kaçamaz. İran olmasaydı İranlılar da olmayacaktı, ama İranlılar olduğu için de İran vardır. Orada yanı başınızda İran adlı bir ülke vardır. İran’da İranlılar denilen Azerî ve Farisî halklar yaşar, soyları Pehlevî hanedanına kadar uzanır, Lehçesi de Pehlevice’dir. İran devrimci bir ülkedir, orada şu an bir devrim olmaktadır.”

[Kamera coşkulu bir nahiflikle konuşan İranlı öğrenciden kahvedeki diğer yüzlerde ve İran Konsolosluğunun camekânındaki devrim sonrası belirtgelerde dolaşır. Ateşli hatibin elinde Molla Camî’nin “Baharistan” adlı divanı vardır, ve içindeki minyatürleri göstererek konuşmaktadır.]

“Duyduk ki sizin topraklarda ezilen Sünni çareyi Şii imamında ararmış, Şia iktidar olunca da umutları tersine dönermiş. Petrol okumalı diyordum ben, evet petrol. Ama tahsilim yetmedi, eğitimin yarım kaldı. Petrol okumaya geldim ben buraya. Bizde petrol su gibidir, ama su da çok azdır. Petrol belli ellerde toplanır. Hürmüz cennete bir yerin adıdır, orada bahçeler vardır. Boğazı, suyu, incisi boldur, aynaları ve ipek halıları kıymetlidir. Afgan ve astragan ticareti yapılır.”



8- YAZ: Sahil denize giren çıplak çocuklarla doludur. Deniz, iklim, karakterler ve rastlantısal olan, bitkiler ve uçuşan tohumlar misâli dünyadaki sonsuz çeşitliliğin delili gibidir. Bütün bunları sıcak bir yaz günü sahilde oynaşan çocukların çeşitli tipte kemikli ayaklarından çıkarmaya çalışırız. İnsan, tohum saçan doğadan payını almış gibidir. Ancak doğanın yeşermesini beklerken kireç tutup kemikleştiğini görürüz: onları parktaki banklarda içki ve diğer asalaklarıyla ortakyaşarlıkta buluruz. İhtiyarlar veya zamanından önce yıpranıp ihtiyar gösteren yüzler… Kayaların üzerinde mantarlaşan yosunlar gibi midyelerin üzerindeki kireç izleri… Bu döngünün acımasız olduğunu görürüz. Bu boğucu, nemli yaz sıcağında en ufak ıslak yüzeyden binlerce sinek havalanır.



9- Çarşının sinekleriyle konuşan bir adam görürüz. Sinekleri besleyip sanki onlara yem vermektedir. Sanki onlardan haberler almakta veya onlara gidip konacakları tezgâhları bildirmektedir. Sinekler sanki görünmez birer borsa simsarıdırlar. Bazı tezgâhlardaki malın değerini anında düşürebilirler, diğerlerininkini de haksız yere yükseltebilirler. Gidecekleri yerleri iyi bilirler. Her yerde ölümün sırtını sıvazlarlar. Hasta bir çocuğa ölmesi için yardım ederler. Ona dışkısından haberler getirirler. Hasta çocuklar birdenbire ortalıkta görünmez olurlar. Onların öldüğünü dışkılarından haber getiren sineklerden anlarız. Her sinek biraz da ölü bir çocuktur, onları dışkılarımız gibi saklarız; ama onlar yine de peşimizden ayrılmazlar.



10- Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin orta sıra çöplüğünde birkaç genç bir şeyler çiziktirmektedir. Burası onların Parnassus’larıdır. Her yerde esin perileri ve Musalar dolanmakta, onlara anlamını bilmedikleri sözler fısıldamaktadır. Onlar da bu yarı çıplak Musaların ve esin perilerinin söylediklerini anlamadıkları için onların zahirî şekillerini resmetmekle yetinmektedirler. Musalar kentin denizle olan diyalogunu ve pazarlığını bilirler. Öğrenciler de eski bir gravürden buldukları bu kompozisyonu kendilerine ödev olarak almışlardır: buna göre Zeyrek’te veya Edirnekapı surları önünde Hristo koltuğunun altındaki bir tomar kağıdı Ulubatlı Hasan’a vermektedir. Bunlar kentin sur dışında kalan arazilerinin tapularıdır. Arkada görülen dumanlardan yaklaştığını hissettiğimiz savaşı önleme adına son bir sivil girişim olarak da yorumlayabiliriz bunu. Musaların bu son girişiminin işe yaradığı söylenemez. Zira Fatih, esas parçayı, yani sur içini o sırada tam tersi bir noktadan, yani iç-deniz olan Haliç’ten, ‘içerden’ halletmektedir.



11- Musalardan sonra Yakub’un koyunlarını ve Hazreti İbrahim’i görürüz. Yakup bir duvar halısındadır. Dolmabahçe sarayı yakınlarındaki bu açık hava halı sergisinde Yakub’un tam yanındaki halıda ise at sırtında kovboy John Wane vardır. Muhtemelen İstanbul hatırası hediyelik eşya olarak, Boğaz’ın tam girişine demir atan Amerikan donanması gemilerinden karaya çıkan denizcilere hitaben burada sergilenmektedir (acaba sık dokuma bu halı şimdi hangi Amerikan evini süslemektedir?). Hazreti İbrahim ise, başında haleyle İsmail’i (veya inanışa göre İshak’ı) kurban etmek üzereyken gökten inen koçla Tevrat’ta ve Kuran’da anlatıldığı haliyle resmedilmiştir. Bir de oniki Zodyak falı ve dünyanın yaradılışıyla ilgili tasvirler vardır.



12- Taşkasap’tan bir kısmı Lape’ye (La Paix), oradan da Mazhar Osman zamanında Bakırköy’e taşınan deliler evini görürüz. O zamanlar deliler evi açmak ve işletmek özel izne tabiiydi. Şişli’deki evinden akşamüstleri boyanıp çıkan Madam Manukyan’ı, hastaneden gece izni alan Masör (“ma soeur”: hemşire) Maria Frederico Romano’yu (Levanten) ve başında hasır şapkayla hastanenin bahçesinde bahçıvan olarak çalışan 16 yaşındaki Gregor’u (Rum) görürüz.

Hastanenin bahçesindeki Rodin’den kopya “Düşünen Adam” heykelini, parktaki kırık dökük, neredeyse ırzına geçilmiş “bakire ana”yı, bildiği tek evi bir kilise yıkıntısı olan Gurumo’yu (Bulgar) görürüz (eğer evini ziyaret etmek isterseniz, onun gibi evine bir sıçrayışta çıkmasını bilmelisiniz). Bahçe o kadar geniştir ki, orada, eskiden Aksaray’da bir apartmanın önünde durmadan zıplayan “Zıp zıp ebe”yi ve de sanki insanların üzerlerine yapışıp kalmış bir şeyi atmak istermiş gibi ortak bir uğraş gösterdiği diğer bir sürü deliyi burada bir arada –bir arada bulunmaları için hiçbir mantıklı gerekçenin öne sürülemeyeceği bir sürü insanı- görebilirsiniz.



- “Peki ya ‘gerçek’, insanların bir sıçrayışta soyunup atabileceği bir şey değilse…”



13- “ ‘Gerçeği topluluk yaratır’ diyordum kendi kendime. ‘O’ (topluluk) kendisine görev düşünce sessizce toplanır ve işini yapar. O işini (‘gerçeği’) yaparken kendini de değiştirir (değişmiş bulur): Birbirini görür: İlk kez ve bir kez.”



“Askerliğinizi hatırlayın, haydi olmadı gerçek bir savaşa katılmış bir gaziyi… Artık ömrü boyunca susturamazsınız onu. Sanki aklını yitirmiş gibi hep aynı şeyi anlatır, kendi ‘gerçeğine’ gömülmüştür. Tam gömülmese bile (zira tam gömülenlere ‘şehit’ denir, onlar ölüdür, gömülmüştür) en ufak fırsatta kendi ‘gerçeği’ne geri dönmek ister. Onların delilerden tek farkı, tam da bu gidiş-gelişler, daha doğrusu kendi gerçeklerinden çıkma, (aramıza) geri dönme ihtimalleridir. Ama bu fark onların deli olmadığını ispatlamaz.”



-“Bizim ömrümüz çok kısa süreli oldu; ve şimdi her şeyden çok değiştirip değişmeye ihtiyacımız var” diyordu bir ölü, beyhude bir konuşmasında, kendinden yaşayanlar gibi “geçmiş zaman”da söz ederek.



-“Ufak sokakların o günden sonra nasıl tıkış tıkış dolduğunu, kentin tapu senetlerinin nasıl yakıldığını gördüm” diyordu bir başka ölü, kendi ölüm gününden ve sonrasında olanlardan söz ederek, beyhude, yaşayanlar gibi kendinden “şimdiki zamanda” söz ederek.



-“Ben bugüne kadar ters yaşamışım diyordum, siz bana şimdi ters yaşadığımı söylüyorsunuz” diyordu, zamanın neresinde durduğu, dahası kendisiyle ve diğeri (belki de doktoru) ile nasıl bir bakışımsızlık ilişkisi içinde olduğu kestirilemez, uyumsuz biri.



-“Sen bedensel dokunmaya karşı korkunu bir kuş olmakla dile getiriyorsun” diye sitem ediyordu kara sevdadan aklını uzun zaman önce yitirmiş ve yavuklusu sandığı kuşlarla muhabbeti derinleştirmiş bir mecnun sitemkâr, tenine yapışmış olmayan sevgilisinden bir türlü kurtulamayıp…



-“Rüzgârın uğultusunu işitmedin mi?” diye soruyordu vehimle dupduru bir gök altında, durgun, açık bir havada bir diğeri, bastıramayarak bir iç sesi, kim bilir neyin iç mecazı?



-“İlkim değişmiş ve böcekler tersine uçuyorlardı” diye başlıyordu ilk cümlesine son romanının, deliliğinden üstüne deli gömleği gibi oturan ünlü bir yazar biçmiş tecrübeli bir deli…



-“Hastalık yapanları kovup bitkisel çeşitliliği arttırmayı sen de istemiyor musun?” diye soruyordu bütün devrimlerden yarım akılla çıkmasını bilip en son ekolojik devrimine sevgilisini inandırmaya çalışan vejetal bir deli, kendi aklındaki fauna’larla konuşarak…



14- “Hiçbir topluluk toplanamadı. Gerçeğin oluşturuluşu yarım kaldı. Eski gerçek bizi mahkûm ediyordu. Sanki yalnızca kendi kafamızın içinde konuşmuşuz bunca zaman. Ama hayır! Bir belirti: varlığa ilişkin… Demek biz varız ki, bize karşı tavır alınabiliyor. İşte tam da bu bizi yaralayanların alnında bir yarık açtığımızı gösterir. Sanki haykırışları sessizce ağlayışları… Bizi durduran yine kendimiz. Kendimizde kovduğumuz şey karşıtımızda karşımıza çıkıyor. Bu nasıl diyalektik Allah’ım? Ancak bu yer değiştirmedir ki bütün kabuklarımızı kıran. Bunca kafa karışıklığına değermiş doğrusu… Rahme düşecek rastlantısal bir çocuk, öyleyse daha az mı rastlantısal (:mantıksal) bulacak kendini?”



15- “Evet, biliyorum, siz susanlar Sokrates’in öldürülüşünde de susanlar. Bir ebe oğlunu öldürdünüz! Hayır, siz öldürmediniz onu: O, doğurttuğu çocuklar aracılığıyla doğrulandı. O doğrular getirdi dünyaya, henüz doğmamış olanları… Ama daha önce doğmuş olanlardan… Hiçbir sihir yoktu ortada. Doğurttukları önceki doğrulara açıklık kazandırıyordu, yargılıyordu, ortadan kaldırıyordu. Bu ise insanın koymuş olduğu bir yasağı çiğnedi. O halde Sokrates başka bir insan yasası adına, önde giden doğruların yasası adına, yine en eski insan yasalarına göre öldürüldü. Bu açmazı bildiği için ölüme direnmedi. Ölüme direnmek, onu durduran yasaya direnmek olacaktı, bu da onu geçersiz kılacaktı.”



16- Bir grup halk silahlanmıştır: “Önde giden doğrular istemiyoruz, önde giden doğrular istemiyoruz” diye bağırmaktadırlar. “Biz buradayız ve yeni doğan çocuklar da buraya doğuyor, geleceğe doğmuyor. İster geçmişin karanlığı deyin, ister geleceğin aydınlığı, isterse de bugünün durağanlığı, doğrularınız bugüne hizmet etmeli”

[Bu sesler güruhtaki diğer bağrışmaların arasından en keskin silahlı, az sayıda ama en çok sesi çıkan bir grubun bulunduğu taraftan kesintili olarak işitilmiştir.]



11-15 Haziran 1983/ 13 Aralık 2012



6.12.2012

"Senin Adın Bir Uykudandır" / Ton nom est d'un sommeil

 
"ORONTES" ŞİİRİNİ ÇEVİRİ DENEMESİ


2 Aralık (2012) günü evimden çıkmış, Marion, Stiegler, Agamben ve bir ihtimal Nancy ile –uzaktan-görüleme yordamıyla- buluşmak için vapura binmişken “Orontes” tarafından durduruluyorum. Zihnim bir önceki gün Stiegler’in felaket çığırtkanlığı (ve A.Soysal’ın “Tinin Felaketleri” başlıklı konuşmasıyla dolu, çözümsüzlükten bir çözüm çıkarma sancısıyla bir zihinsel görü arayışında iken, sanki gözümün önünde birden Alduxe Huxley’in “Algının Kapıları”nın aralanmasını beklerken, Orontes şiiri (Hades'dekinin bir kolu olması yanı sıra, Suriye sınırımızdaki Asi ırmağının antik adı, veya Arapların adlandırmasıyla Şatt-ül Arab) zihnimde çağlamaya başlıyor, ve bu su üzerinde (ama hangisi?) keyifli bir thalassal (bahri) yolculuk devam ederken kalemimle bu ırmakta (nehr içünde, nehr içre) yüzüyorum. (Bu konuda bir gün bir “nehir roman” yazabilirim gibi gönlüm melankolik bir coşkuyla dolu veya durdurulmuş…)




Ne var ki bu durdurulma beni yolumdan, hedefimden de saptırıyor; gideceğim buluşma yerine uzaklık, zihnimde seçimsiz bir seçimle, dünün yağmurlarından sonra parıldayan  kış güneşi altında oltalara zıplayan balıklarla dolu bu suyun, Haliç'in yakınlığında oyalanmaya bırakıyor yerini… Yakındaki suyu, uzaklardaki fırtınalı denizlere tercih ediyorum (bir felaketten kaçar, veya onu geciktirmek, ertelemek istercesine…), görümün bana bir kez daha (kim bilir kaç kez? buraların yerlisi bir deli divâne olmak bitiremiyor, tüketemiyor bu görülemenin hep sanki ilk görüleme gibi olmasını…) kapılarını açtığı yerde tutuklu kalıyorum; aynı Haliç balıklarının köprünün altından geçerken kendilerini adeta gurebâya merhamet ettiklerinden (gratuité de la grâce) günübirlik Galata balıkçılarına yem olmaya bırakmaları gibi… Yakalanıyorum (geçmemeliymişim demek ki oradan, daha modern çevre yollarından, böyle şehrin tam kalbinden geçmeyen otoyollardan, oyalanmadan gitmeliymişim gideceğim yere, orası neresiyse…)



Bir dizi anlık fotoğraf çekiyorum (ya da çekiniyorum, çekiliyorum, çekiliveriyoruz Türkçe’nin yapısal olanaklarına göre, kafamda): ama bu kez eski şairlik aylaklığı günlerimde olduğu gibi sadece zihnimde değil, teknik bir yordamı ustaca ve gizlice kullanmayı bilmenin verdiği tesadüfe olan o sarsılmaz güvenle… Geçen ay yine “aynı suyun” üstünde (kim geçebilir aynı suyun üstünden iki kere / şu aynîyet denizinden…) çektiğim gece yarısı fotoğraflarıyla gerçekleştirdiğim “La Nuit Clandestine” (Yasaklı Gece) filminin gün ortası versiyonu (variation eidétique; onun öze ilişkin çeşitlemesi) için köprünün bir köşesine sinip tuzağımı kurup malzeme topluyorum: balık yerine imge, duygu-anı, duygulam avlayıp kavram-anı’mı, kendi yakalanma ân’ımı (lahza) ve yakalanma anı’mı (hafıza) yakalamaya çalışıyorum. Tesadüfün payı ne olursa olsun, salon sehpası üzerine dantel bir örtü gibi kıvrım kıvrım yayılan (Bergson) bir ufkun ardından sabırla ve ısrarla beklemeyi öğrenmeden, zengin veya “doyurucu” (saturé) bir dikkat deneyimini asla yaşayamayacağımızı hepimiz bilmeliyiz…



Filhakika, nehr durmasa da biz onu durdurmasını bilmeliyiz: Orontes tarafından durduruldum demiştim: Durmak bilmez bir şey tarafından durduruldum... Ve ertesi gün (3 Aralık) şiirimi temize çekerken, ilk yazım hatası denetiminden geçemedi “Orionte” (Orion, bir "Çoban Yıldızı" eşlik etsin istemiş olmalıyım bu son yolculuğa; ama hataydı, yoktu artık o nehirde artık bir rehber): Orontes olarak düzeltildi ilkin bu yazım hatası... Şiir “Orion”a doğru kayabilirdi, zira olağanüstü bir filmin adıydı Orion (Çoban Yıldızı); ama Suriye sınırına ilişkin bir şey vardı aklımda ve beni o nehrin yakınlığına taşıyordu, aynı yaklaşan bir felaket adı gibi Asî...



Sonra şiirin ilk versiyonunda olmayan Lethè ırmağı eklendi (“Gorges profondes de Lethè”; “Unutuluş Irmağının derin Boğazları”), zira aynı kıtada “unutma”, "uyuşma" (lethargie) olmasa bile “uyku” kelimesi geçiyordu: “Senin adın bir Uykudandır”. Lethè ırmağının adı anılmadan anılıyordu zaten bu ilk versiyonda da; adı açımlanıyordu ırmağın, geldiği yer, adının geldiği yer hakkında bilgi veriliyor, adeta çarpanlarına ayrılıyordu. Ne tarz bir “uyku”ydu bu “bir Uykudandır”. Peki kim konuşuyordu bu şiirde? Bana varan bu şiirde konuşan, bilgi veren özne kimdi? Bu bilgilere nereden veriliyordu, geliyordu şiire veya görüye? Ve neden şimdi veriliyordu bana bu şiir (doygun görü: “intuition saturée” –J.L. Marion) Neden?



Hades vardı zaten ilk versiyonda. Styx nehrini ise bilerek sokmamıştım bu şiire, fazla Homerik (Ömerix) göndermeleri vardı o nehrin. Ama araştırınca (canlı görüye kütüphanedeki ölü izleri taşıyınca) bütün bu nehirlerin hep aynı ölüler ülkesinin katman katman uzanan, dolanan nehirleri olduğunu fark ettim. Neden kâdim Yunanlılarda,Mısırlılarda olduğu gibi tek nehir yoktu Ölüler Ülkesi’ne son yolculuk için? Neden kök-söylenceler (Ur-mythes) bu kadar ayrıntılıydı? Neyi görülememizi (ayırd etmemizi) istiyordu eskiler (eski izler) tam olarak bizden?



Bunun görüsüne 3 Aralık günkü araştırmalarımda varır gibi olsam da (zira, şiirimi yazarken görümde olmayan bir başka sözcük tarafından durduruldum o gün: “thalamus”), şiirimde bunun emaresi belirtisi yoktu: “thalamus”un beyincikte bir “odacık”, Yunanca’da da bu sözcüğün “düğün, gerdek odası” (chambre nuptiale) anlamına geldiğini bugün emektâr kütüphane sözlüğümden öğrenecektim. “Hipotalamus”u ise ortaokul veya lisedeki emektâr hocalarımdan zaten çoktan öğrenmiştim de acaba görüleyebilmiş miydim? İşte soru buydu. Dün bunun hesabını vermeye karar verdim. Üzerine gidilmeliydi bu “soru”nun “soru olarak”… Bu metin nehir gibi dolansa da, şimdi bu metnin yazılma amacı, şiirimi açıklamak değil, bu henüz sorulmamış “soru”nun üzerine gitmektir.


thalamus ve hupothalamus...

İmdi, şiir açıkça “ölüm”den söz ediyor, bunu “unutma” veya “bir uyku” biçimi üzerinden belirliyor, ve hemen daha başında da ölüler ırmağının rehberi (“passeur”; karşı tarafa geçiren kayıkçı) ile bir “uzlaşma” (“négocier”: 1 Aralık’taki siyasi-felsefi tartışmalarda hassas bir öneme sahipti bu sözcük) imkanını sorguluyordu. Ayrıca “nehir ağzı” (“embouchure”), “bataklık” (marais), “derin ağızlar (vadiler)” (“gorges profondes”) gibi birçok yerbilimsel, coğrafi imgeye başvuruyor, “ölüler ülkesi”ni söylencelerde olduğu gibi “yeryüzü”nden ödünç alınmış -çeviri- imgeler (Benjamin) aracılığı ile görüye sunuyordu.



Ne var ki, düzeltme sırasında şiire eklediğim sadece iki sözcükten birinden söz ettim ama diğerinden henüz söz etmedim. İlki, belittiğim gibi, “Lethé” sözcüğü idi, ve zaten aynı kıtada “uyku” sözcüğü olduğu için bir tür yineleme (redondance) ve anlamı güçlendirme veya açık kılma ötesinde bir değişiklik getirmiyordu. Eklenen ikinci sözcük, “harfler” (“lettres”) sözcüğü ise bir yineleme etkisinden çok bir karar verilemezliğe açıyordu şiiri: zira “topraklar” (“terres”) sözcüğüne türdeş olmayan, kökten farklı bir seçenek olarak ekleniyordu şiire: “Ağız toprakla dolu” dizesi düzeltilince “Ağız toprakla / harflerle dolu” haline gelmişti. Ama neden bu “topraklar / harfler” düzdeğişmece (metonimi) seçeneği? Ve bunun “thalamus” veya diğer başka sözcüklerle ilişkisi, canlı veya anlık olduğu varsayılan görüyle veya ölü izle ilişkisi ne?

Bu kıtayı aynen alıntılıyorum (şiirin ilâveten bir yabancılaşma etkisi gözetmeksizin içsel bir monolog olarak Fransızca yazıldığını, yazdırıldığını bilmem belirtmeme gerek var mı?):

“silence sur leur bouche

vers l’ouverture/ embouchure

de bouche pleine de terres

                             / letttres”

[“ağızları toprakla

            / harflerle dolu

açıldığı / döküldüğü yere doğru

ağızları üstünde sessizlik”]



Bu arada şiirin yazıldığı özgün dilde “terres”/ “lettres” ikilisinin bir tür harflerin yerinin değiştirilmesiyle oluşan bir anagram gibi, sözel ve sessel bir gönderme ilişkisi içinde olduğunu bilmem vurgulamam gerekli mi? Düzeltme sırasında beni durduran her ne ise, “toprakla” sözcüğünü tamamen silmedim ve sanki ona eşdeğermiş gibi, “sessizlik” sözcüğünden de güç alarak “harfler” sözcüğünü ekledim. (Nehrin denize döküldüğü ağızda -bouches/ embouchures- harfler Mezo-potamya'dan tortu olarak dökülüyor ağızlardan: su/ pota...)

Şiiri(mi) açıklama ve (kendime) çevirme riskine girmişken, cesur bir adım daha atarak şunu da ekleyeyim o zaman: “ölünün ağzının açıldığı noktada ağzına dolan toprak” imgesinin ağırlığını (fecâat) veya sıradanlığını aşmak istemiş olacağım: yani “sessizliği”, toptan çürüyüp yok olmayı, şu sözün bittiği, toprak olduğu yeri “ölü harfler”le aşmak (aufhebungen) istemiş olacağım...
Felaketten kurtulan veya kurtulacak olan son şeymiş gibi görünen bu “ölü harfleri” (yani Edebiyatı: “Belles Lettres”, zira Fransızca’da çoğul yazıldığında “harfler” her zaman “yazın” anlamına gelir) bir ölünün ağzından kurtarmak istemiş olacağım, avlanmış bir avı başka bir avcının av ve avcıyla beraber yutması -kavraması, algılaması- gibi*…



Peki şimdi, kendi yerbilimsel imgelerinden, kendi söylencesel göndermelerinden, ölümü bize görülemeye sunmasından bu şiiri de özgürleştirmek, aşmak gerekmiyor mu? Bu thallassal (bahrî) ölüm diyarında gezinti nerede, hangi görüde vuku bulmaktadır? Bu “katman katman uzanan, dolanan”, kendi üzerine büklüm yapan nehirler tam olarak nerededir? Neden “bir nehir” değil de “birden fazla nehir” vardır? Nerden kaynaklanmaktadır bu nehirler, nereden dolmaktadır ve nereye akmaktadır, çağlamaktadır, kıpır kıpır, içinden veya üstünden “iki defa” bile geçilemez olan "tek defalık", "günübirlik" bu nehirler nerede akmaktadır ve nereye dökülmektedir suları, harfleri, sesleri?



Bu yerbilimsel, “ölüler diyarı” imgesi nasıl aşılabilir? Peki iyi bilinen Kantcı akılcı imge “règne de fins” (erekler ülkesi) bu imgeyi aşmakta ne kadar yol kat edebilmiştir, -Kant'ın bizatihi kendisi- bir rehber, bir “kayıkçı”, “karşı tarafa geçirici” veya “yolda bırakıcı” olarak? Bu soruların vahameti bir yana, daha mütevazı ama daha az dikkat çekmiş başka bir soruyla kapatacağım imge defterimi.



Soru şu: ‘Ölüler ülkesindeki bu ırmaklar beynimizin şimdi keşfettiğimiz dolambaçlarıdır” diye ironik (ama doğrulanması da yanlışlanması da olanaksız) bir mesaj mı vermeye çalışmıştır, örneğin (ötekiler arasında bir örnek olarak) Yunan "öte dünya" söylencesinde bir “yere” (topos) karşılık gelen “thalamus” sözcüğünü beyincikte bir topos’un adı olarak vaftiz eden geçen yüzyılın bilimsel –ve bilgece- söylencesi?

bilimsel söylenceler...

Evet soru şu: eski sözcüklerle nasıl yeni şeyler yapılabilir? Eski yüzyıllar üzerlerine düşenleri yaptılar, ve bize sözcükler, “harfler” bıraktılar. Görümüzü uyandırmak için vasıtalardı bunlar: kelimeler bizi öte tarafa götürmek ve öte taraf (mutlak dışarı veya mutlak içeri) konusunda düşündürmek için “rehber” (“passeur”; kayıkçı) idiler. Onlar eski kültürle “uzlaşı” (négotiation; pazarlık) aradılar. Kökten kopuşu gerçekleştirirken son imleri, belirtgeçleri de kullandılar: şimdi ise Eski Yunanca ve Latince sözcükler bilimsel terminolojide kullanıla kullanıla tükenmeseler de bir sınıra geldiler. Eski ilâh adları (alegoriler/ yerineler...) tükendi, “RU2”, vb. tarzı harflere ve sayılara mahkum edildi kültürümüz: Evrensel bir görü kaybı ve “Tinin” belki geri dönüşü olmayan “Felaketi” (dés-astre; yıldız-kopum), yani kopuşu da geri dönüşsüz bir şekilde hızlandı.



İşte ben de bir “bilim adamı” olacakken bu asrın bu felaketi tarafından durduruldum, şiir yazmaya koyuldum, görülerimin (thalamus visuel) ardından, kelimelerin peşinden, imgeleri delerek “katman katman uzanan, dolanan” kendi beynimin labirentlerinde dolanıyor, sonra da “thalamus” veya “hipothalamus” adı verilen kendi “oda mezarı”mda tekrar tekrar uykuya (nehre) dalıp unutuyorum, yeni hayallerle uyanıyorum.



“Sauve qui peut!”: “kurtar ki olabilsin!” veya “kaçan kurtulsun!” / Suriye'den veya Küçükpazar'daki Suriye Hamamı'ndan, veya hiçbir yerden, bu monattan “kaçış yok!”…


* Ya da Benjamin'in imgesini kullanırsak "sattığı şey kendisi olan satıcı" gibi... ("à la fois vendeur et la marchandise"= prostitué)

3.12.2012

Relation des relations

-J'ai eu une curieuse rencontre hier matin (le 1ère Decembre 2012) vers 9.30 dans un lieu sans identité -et sans idôle, mais d'un nouveau genre d'icône- , près d'aéroport Yesikeuy, avec Jean-Luc Marion (pour la première fois, rencontre très tardive...). Après avoir lui rapporté et le contenu et le contexte dans lequel j'ai analysé brusquement (sans l'intention préalable) son texte l'autre jour dans mon séminaire (le mercredi dernier, le 28 Nov.), article intitulé "Métaphysique et Phénoménologie: Un Relève pour la Théologie" (in Le Visible et le Révélé, Cerf, Paris, 2005)

(mon propos d'alors était "l'intention de dépassement de l'horizon indépassable de la dialéctique qui contredit cela même que'elle approuve" et le sien dans cet article: "élargissement des limites de la Métaphysique, en y comprennant celle de Kant, et même de Husserl, et sa détermination comme onto-théologie avec et à partir de Heidegger, et ce "nouveau Dieu" comme (et de) l'intuition (ou phénomène) saturée de la Phénoménologie -comme relève pour ... - donc il s'agissait non seulement de l'indépassabilité de la métaphysique, mais son devenir de "relais" pour la théologie),

je lui ai demandé s'il y a eu une "explication" (Aussandernsetsung) entre lui et Derrida, après ce que ce dernier avait écrit sur /Dieu sans l'être /de Marion, en avouant qu'il ne l'a pas lu plus tôt, dans "Comment ne pas en parler" dont j'ai fait la traduction turque (cf. Din Felsefesine Dair Okumalar, İz, 2012:
-Et il m'a repondu qu'il y a une rencontre et longue explication, éditée en livre De Surcroît.
-Et puis je lui ai demandé si Derrida avait la connaissance de le Théologie Négative dans ses premiers écrits. Il m'a repondu qu'il connaissait, comme chaque philosophe français, uniquement Maître Eckhart (dont il mentionne d'ailleurs dans "Qual/ Quelle" (in Marges) (le célèbre sentence "la source est le tourment" via Hegel, cf. l'Encyclopédie), et non pas -par contre- Pseudo-Denys..
-Je lui ai rappellé "/Sauf le Nom/" (de Derrida) où il analyse la "poésie" d'Angélus Silésius, après Heidegger: "la Rose est sans Pourquoi" (Principe de Raison)... (on a discuté l'antériorité de ce texte où Derrida lisait Silésius et écrivait ce petit livre (qui fait partie d'une série à trois: "Essai sur le Nom" dont j'ai traduit Passion, et rédacté les deux autres Chôra/et Sauf le Nom) pendant l'agonie de sa mêre, au chevet.
-Je lui ai demandé si ce Dieu suggéré par lui (lequel? sans guillemets, sans rature, sans idole, "sans l'avoir humilié avec les guillemets" selon ses propres mots écrits dans cet article, mais dans l'intuitus pleine ou saturé) est encore un Dieu "des philosophes et des académiciens" (mots de Pascal, cité par lui) , et si un simple et ordinaire chrétien peut s'y reconnaitre.
-Il m'a repondu (en affirmatif selon la grimace) que le rapport à Dieu dans le christianisme ne passe pas par la connaissance (Dieu in-vu, inn-oui), mais passe par la "charité"- rapport à autrui- (j'aime bien "/Cura/", "/Sorge/" d'où découle peut-être comme condition de son fondement "caritas": aller à l'autre avec les mains vides, avec "le creux des mains", je disais dans un texte dérobé)
-Je lui ai parlé rapidement du Soufisme et du Tassavvuf qui prévoyait (aussi: mais cet "aussi" n'est pas confirmé même -pas- par Derrida) un rapport au disciple (à l'instar de Denys dans /Hiérarchie Céléste/ dont Derrida relate la relation: celle du maître au disciple dans l'apostrôphe à Dieu, comme condition de "prière") comme un passage/moyen (plutôt une "protension" que "retension tercière", je dirais comme Stiegler) pour-et-dans rapport à Dieu. Il m'a repondu (simplement) quil ne le connait pas.

-Et (étant au froid glacé au dehors, en train de fumer sa pipe) il m'a dit qu'il faut qu'il aille maintenant (entré à la salle de Symposium) et il est disparu (break de discussion).
-Plus tard, on s'est croisé, moi étant en discussion chaleureuse avec Brossat, à qui je racontais ce que je n'ai pas pu raconté à Marion: voici en attachement cette relation, l'essence de mon investigation en "épokhé archéologique" de l'été dernier pendant lequel j'ai (découvert et) lu également ce texte ci-dessus mentionné de Marion...
http://herrselavy.blogspot.com/2012/10/daima-izin-izlerinde-and-me-after.html

(mais en turque pour l'instant)


PS. J'ai longement dévisagé cet homme qui n'a presque pas de ride, ni cheveux blancs, avec une papillon impeccable, dont l'âge, j'imaginais jusqu'alors, d'âge de Descartes (cf. /Ontologie Blanche/ /et/ /Grise de Descartes/), alors que Brossat et moi, "bons vivants", nous étions "gris".. Et Stiegler dont la technique philosophique est aussi méticuleuse et d'un rafinnement admirable, s'abimait "en crieur de catastrophe en amour d'humanité dont il suspecte le mot 'épongeux' en philosophie"...

ORONTES

mais où est Orontes,
fleuve qui coule vers Hadès?
et comment négocier avec
son passeur?

d'où prend Orontes
et vers où donne
son nom nuptial,
sinon d'Abendland?

Vers une embouchure
de marais noir
jamais entamé
d'un hymne

hymène des morts...
hymène de mots...
silence sur leur bouche
vers l'ouverture (embouchure)
de bouche pleine de terres
                              / lettres...

gorges profondes de Lethé
et épaisseur des nuits
sans fond
ton nom est d'un sommeil
jamais nommé

toi et toi
de toi Néptune
et de toi Jupiter...

                                                       le 2 Décembre 2012