(‘Gezi’nin Ardından Arta Kalan Sorular)
I- Siyasi Doğruculuk Mu Yoksa Doğrudanlık mı?
20 günlük direnişin
-evet, her biri birbiri üzerine devrilmeyen
ama Levha gibi dikilen kozmik
20 günden söz ediyoruz burada-
Evet direnişin ilk günlerinde,
sanki uzun süren bir felaketten çıkıp da
kendilerinden hâlâ haber alınamayan yakınlarını bulma,
onlara değme (sarılıp sorma
–bir İzzet Yasar dizesi “Sarılıp soruluyorsun”
diyordu hatırladığımca)
ihtiyacıyla
“Ağ”ın ufuksuz ufkunda
dört bir yana pire gibi sıçrar,
yalar yutar gibi okumalar yaparken
Ahmet Güntan’ın bloğunu keşfedip
(İzzet Yasar’la aralarında gelişen ‘tweet gerginliği’nin
muhteviyatını anlama telaşında)
yarı şiir-dua-dilek kipi formunda yazılmış
şu [son] sözlerine rastlıyorum:
“ ‘Gezi’ politik doğruculuğun da sonu olsun”
Geçmiş –bugün- ve geleceği dil üzerinden bölen
ve zihnimde şimşek gibi bir hakikatin
çakmasını sağlayan bu dilek-dua,
Yakın geçmiş dönemde yaşadıklarımızı
dil içinde vuku bulan bir fenomen (felaket) olarak anlamak,
onunla –yani kendimizle- dil üzerinden hesaplaşmak
ve de önümüzde bizi bekleyen günler için
önemli ve düşünümlü bir kararın eşiğinde
durduğumuzu hissederek
dil’e ilişkin bir karar almak için
acilen düşünmemiz / yüzleşmemiz gereken
bir buyruk adeta
Bu bir hem saptama
Hem buyruk
Hem de bir dilek-dua
İlk günlerin heyecanı içinde
Sonradan düşünmek –bir karar bağlamak- için
Kıymetli bir köşeye koyuyorum –ki
Kendi kendine çalışsın bu dua,
Sınasın gerçekliği…
http://ahmetguntan.blogspot.com/2013/06/yuh-artk-insanlk-sinisizmi-yenemeyecek.html
II- “Temas, Değme”: Yeni Demokrasi veya Yeni Anayasa referans noktasını ‘Gezi’den Alabilir mi?
İlk günlerden beri yazılarını şiirsel bir ilgiyle izlediğim Pınar Öğünç (Radikal)
Ayrıntılarla capcanlı kılıyor hayatın diyalektiğini
“Değme” sözü ondan geliyor (ve ruhumun bir köşesine not ediyorum)
Tam aradığım söz buydu
(“et ete değdi” diyecek bir başkası da)
“Son bir kaç gecesinde bile olsa Gezi Parkı’nı,
hem orada bulunanları [“biz”i]
birbirine et ete yakınlaştıran ağır gözdağının
yol açtığı gerilimi hem de bu gerilimin
bize yaşattığı insanlık halinin güzelliğini
aynı anda beraber yaşadım.” (Ahmet Güntan, 1 Temmuz 2013)
Ruha ve ete değiş meselesi ve bunun dil ile ilgisi konusunda da
Diyecek çok şey var. Öğünç’ün
Zaten kendisi de şiir tadında bu sözleri alıntılıyorum:
“İşten kravatlarıyla parka gelip
‘Bir komün kurulmuş, ne tarafta’ diye soranları;
kaynayan plazaları,
işçi mahallelerini,
eylem gören AVM’leri,
özür dileyen sermayeyi,
anaakım medyayı,
bu birlikteliğin neler yaratabildiğini
anlamaya vakit ayırmıyorlar”, diyor Öğünç.
Ve bize –kültürel-siyasi sermayemize
Ve şiire
“Hızlandırılmış Demokrasi Atölyesi”
Hediye ediyor:
“Bu kalkışmayı apolitikleştirmeye çalışanlar var.
Örgütsüz olabilir ama
Türkiye tarihinin en politik halk hareketi bu.
İnsanların birbirine ilk kez değişini küçümsemeyiniz.
Bu akıl dışı inat Türkiye’ye bir birlikte yaşama deneyimi
ve hızlandırılmış demokrasi atölyesi hediye etti.”
Bu sözler,
“Birlikte yaşama deneyimi”nin
“Yakınlık ve Uzaklık” ile ilişkisi
Doğrudanlık, doğrudan demokrasi ve
Temsili demokrasi gibi karşıtlıkları
“değme” metaforu üzerinden
Yeniden düşünmeye davet ediyor.
Fenomenoloji dilinin çalışacak çok teması var:
Temaslar, yakın temaslar, temassızlıklar…
Hangisini tematize edelim?
Haptik, optik ve ironi şeklinde
Meydanlarda evlerde
Her yerde özgürleşen logos…
Görsel-işitsel ve temassal şölen olarak,
Bir karnaval olarak direniş…
Ancak “hayat bayram olsa” da desek
Yakınlıklara uzaklıklar girecek,
Ama mesafe aşkımızı hiç öldürmeyecek…
O halde bir şarkı sözü olarak Anayasa…
Şiirsel hakikatin siyasetle ilişkisinin (hakikati)
belki de hep sorunlu (direniş) kalması…
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/pinar_ogunc/cocuklar_bu_pkk_bayragi_miyok_lgbt_teyze-1136599
III- “Şişeden Çıkan Cin”(Kutluğ Ataman) veya İroni Yeniden Şişeye Sokulabilir mi?
Murat Gülsoy’un tesbitleri:
(“İroninin Meydana Çıkışı!” 8 Haziran 2013”)
“Bir süredir gözlemlediğim bir durum vardı: “İnsanlar artık ironiden anlamıyorlar, her söyleneni, her yazılanı sözlük anlamı ile okuyorlar, oysa geçmişte sanki her şey bugünden farklıydı ve insanlar, özellikle de gençler daha alaycı, daha ironik, daha ele avuca sığmaz, daha zeki ve daha uyanıktılar” diye düşünüyordum. Bunun nedenleri üzerine de akıl yürütmeye çalışıyordum. Tabii kişisel gözlemler ve akıl yürütmeler gerçek verilerle desteklenmediğinde size ancak baktığınız yerdeki açıyla sınırlı bir resim sunuyor. Neden mizah ve ironi yok oluyor? sorusuna bulabildiğim ilk yanıt “tüketim ekonomisinin yarattığı yüzeysel popüler kültürün dilinin ironiyi kovmuş olduğu”ydu. Çünkü ironi insanın kendine güvenini sarsar, ironi insanı kuşkulandırır, ironi insanda olmadık düşüncelerin yeşermesine neden olur. İnsanı tüketmeye yöneltmez her şeyden önemlisi… Reklamın dili muktedirin dilidir, huzur ve güven verir. Yeter ki tüketmeye devam edin, tükendiğinizi fark etmeden…”
“…doğrudanlık, dobralık, delikanlılık gibi değerler çok kolaylıkla maşist söylemle harmanlanarak zaten çok yabancısı olmadığı bu toprakta dal budak sararak ilerliyordu. Ta ki Gezi Direnişi eylemlerinin tüm Türkiye’ye ve Dünya’ya farklı ve bambaşka bir kitlenin varlığını gösterene kadar. Mizahın, ironinin, şakanın, esprinin, sloganın, şarkının, enstalasyonun gücünün insanları nasıl da dirilttiğini ve kiteleleri uyanık tuttuğunu hep birlikte gördük ve görmeye devam edeceğiz.”
“Son derece meşru ve herhangi bir siyasetin temsilcisi olmayı gerektirmeyen bir talepti Gezi’nin korunması ve AVM yapılmaması. Ancak süreç içinde bu direniş çok farklı kesimlerce sahiplenilip bir siyasi ranta dönüştürülebilirdi. İşte tam bu noktada o espri “Mustafa Keser’in Askerleriyiz” sloganı devreye girdi ve bu eylemin “darbe çağrılarıyla yaralanmış Cumhuriyet Mitingleri”ne dönüşmesinin önünü kesti. Hatta sadece bunu yapmadı. Karşı tarafın da bu tür bir sloganı kullanmasının altını oymuş oldu. Mutlaka not edilmesi gereken bir nokta daha var: Gezi eylemcileri sadece bu tür ironik dille muhalif seslerini yükseltmediler aynı zamanda iktidarın o maşist söylemini de kullanmayı reddettiler (öfkeyle yazılmış cinsiyetçi küfürleri hep birlikte temizlemek için kolları sıvadılar, üstelik polis şiddetinin fiziksel acıları henüz dinmemişken, hiç durmadan, yılmadan birbirlerini uyardılar, küfür etmeden eleştirini ortaya koy diye). Bunun sonucunda muktedirin dilinin saldırganlığı ve ayrıştırıcılığı iyice görünür hale geldi ve yalnız kaldı.”
http://muratgulsoy.wordpress.com/
Bu tespitlere katılıyorum: Şimdi bu “doğrudanlık” meselesini “dolayım” ile birlikte, sinik veya hipokrit (iki yüzlü) “siyasi doğruculuğun” sonunu veya geleceğini ve “ironinin aldığı çoğul dolayımların” zihin açıcı gücünü, “orantısızlığı”, teması, değişi ve ortak ölçüye gelmez (incommensurable) “50 benzemezin bir araya gelişi”nin yarattığı dinamikleri yeniden ve birlikte düşünmeyi öneriyorum.
Sonra hep birlikte (tek tek de olabilir, topluca)
şu soruyu sorabiliriz:
“İkinci Yeni Sahiden Bitti mi Usta!”
Yoksa bu sorunun cevabını
Maveraünnehir’in ve Boğaz’ın sularının
Nereye akacağı mı belirleyecek?
Mikro mücadeleler Makro mücadelelerin
Sel suyuna mı kapılacak?
Bir yanda Kayzer’in temasları,
Diğer yanda temas halinde bütün bir “Ağ”
Temas halinde Halk!
[“Ana akıma karşı eşsiz bir ortam sağladığını her zaman savunduğum Internet, yani bağlı olmak, birbirine bağlı olmak, sansürsüz bilgiye erişmek geleceği şekillendiriyor.” Diyor M.Gülsoy da aynı yazısında…]
Temas halinde kalalım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder