30.07.2013

EDEBİYATIMIZ VE "BİZ" - III



“BUGÜNÜN ZORLU SANATI” VEYA “TAAMMÜDEN İHLÂL”

“ünlü filozof Kant’a öykünerek söylersek:

Edebiyatsız bir hayat kör, hayattan yoksun bir edebiyatsa boştur.”*



Kaan Özkan, Nurdan Gürbilek’e soruyor:

“Lukacs’ın bölünmüş benlik ile bütünsel benlik gerilimine oturttuğunuz “Krizin İmkânları” başlıklı yazınızdan hareketle şunu sormak istiyorum: Her tür yazma ediminin/ isteğinin krizlerden kaynaklandığı söylenebilir mi? Sonuçta, insan hep krizde bir varlık gibi geliyor bana. Çelişki ya da gerilim olmasaydı, edebiyat var olabilir miydi?”

Cevap:

“Epey eski bir yazı o, Vitrinde Yaşamak’ta çıkmıştı. Lukacs’ın parçalanmışlığın içinden konuşan daha erken yazıları ile daha geç dönem yazılarını karşılaştırıyordum orada. Roman Kuramı’nda romanı yersiz yurtsuzluğun biçimi olarak, Tanrı’nın terk ettiği bir dünyanın destanı olarak tanımlar Lukacs. Bölünmüşlüğün içinden konuşur. Ama “Sağlıklı Sanat ya da Hastalıklı Sanat” gibi geç dönem yazılarında artık her türden bölünmüşlüğü organizmanın bozulması olarak gören bir Lukacs çıkar karşımıza. “Sağlık ilericiliğin, hastalık gericiliğin safındadır” tarzı bir siyasi patoloji söylemi. Zaten o döneminde Kafka’dan Musil’e, Joyce’dan Beckett’e tüm modernist edebiyatı dekadans içindeki emperyalizmin kültürel ifadeleri olarak karşısına alır. O yazıda ben krizin imkânlarından söz etmek istemiştim ama derdimi yeterince anlatamamıştım. Yıllar sonra Benden Önce Bir Başkası’nda bu kez Peyami Safa’nın erken ve geç dönemlerini karşılaştırırken bu sağlıklı sanat-hastalıklı sanat meselesine yeniden dönmek istedim. Çünkü benzer bir değişim Peyami Safa’da da var. Cumhuriyet döneminin ilk hastalık anlatılarından birinin, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun yazarı Peyami Safa, “ağaçların bile sıhhatine imrenen” bir adamı anlatır orada, hastalığın içinden konuşur, ama sonraki yıllarda kültürü bir halk sağlığı problemi olarak ele alan, hastalığı bir an önce yok edilmesi gereken bir yozlaşma olarak dışlayan bir Peyami Safa çıkar karşımıza. Kemalist döneminde de, daha muhafazakâr ya da maneviyatçı döneminde de bu “hıfzısıhha” perspektifi hâkimdir. “Türk inkilabı milli bünyenin kangren olmuş taraflarını kesip atan bir büyük ameliyattır”, “milli organizmanın hasta hücrelerinin kesilip atılması gerekir”, “Türkçe hastadır, tedavi edilmesi gerekir” tarzı bir patoloji söylemi. Sağlam bir sosyal bünyeye, güçlü “Türk uzviyeti”ne ters düşen her şey sağlıksızlık olarak tasfiye edilmek istenir. Yine buradan hareketle her türden tereddüt, kriz ve çatışma fikrini de karşısına alır Peyami Safa. Ben orada tercihimi bir kez daha krizden yana koymak istedim. Sahte, zorlama, otoriter bir bütünlük fikrindense bölünmüşlüğün içinden konuşmak gerektiğini savunmaya çalıştım. Gerçekten de güçlü edebiyatın ardında hemen her zaman bir kriz var. Edebiyatı ideolojiden ya da kürsü konuşmasından ayıran da o krize sadık kalması. Roman için özellikle böyle. Güçlü romanlar çelişkileri ya da açmazları örtbas edenler arasından değil, onlarla yüzleşebilenler, krizi derinleştirmeyi göze alabilenler arasından çıkıyor.”

“Aslında muhafazakâr sıfatını esas hak eden Tanpınar değil, Peyami Safa bence. Onun çoğu romanında, sonunda kurulacak ideolojik cümleyi haklı çıkarmak üzere geliştirilmiş bir sanki-kriz ortamı vardır, ama gerçek bir kriz, gerçek bir çatışma, gerçek bir tereddüt yoktur. Varsa da bir an önce saf dışı edilmeye çalışılır. Dostoyevski kendi karanlık ikiziyle konuşarak yazıyorsa, Peyami Safa tersine, o ikizi öldürmek üzere yazar. Çoğu romanın sonunda züppe, bohem, kozmopolit, nihilist adam gider; yerine, her türlü krizi ya da içsel çatışmayı geride bırakmış, sosyal bünyeye tam uyum göstermiş adam gelir. İç monologlar, bilinç akışları vb. biter, kürsü konuşması başlar.”

“Türkiye’nin yeni burjuvazisinin, bu yükselişe denk düşen bir ideoloji üretmek isteyenlerin kültür hamlesine verdikleri isim muhafazakâr sanat. “Muhafazakâr bir sermayemiz var, muhafazakâr bir demokrasimiz var, muhafazakâr bir sanatımız neden olmasın?” tarzı bir seferberlik hali. Aynı zamanda resmi bir kültür politikası. Kendini Cumhuriyet dönemi kültür politikalarının elitizmine karşı konumlandırıyor ama şu temel sürekliliği de görmemiz lazım. Cumhuriyet kültür politikalarının temel reçetesi, Ziya Gökalp’ten bu yana etkili olan medeniyet-hars, evrensel teknik-ulusal malzeme ikiliği üzerine kuruluydu. Yani Batı’nın tekniğini alalım, ama “ruhunu asla” formülü. “Garp trenine milli ruhla binmek” ya da “ruhumuza sadık kalarak riyazileşmek” diyordu buna Peyami Safa. Bugün küresel kapitalizm trenine muhafazakâr ruhla binmek diyelim buna; kültürel reçete bu açıdan fazla değişmemiştir.”

*

“Bütün bunlar demin krizle ilgili konuştuklarımıza getiriyor bizi yeniden. Buradan güçlü bir sanat çıkmasına imkân yok, çünkü bunlar iç çelişkilerle ya da zaaflarla yüzleşmek üzere değil, tersine, yüzleşmemek üzere kurulmuş ideolojik reçeteler. Bugün Türkiye’nin yeni burjuvazisinin neoliberalliğiyle bütün bu “ruhumu asla” muhafazakârlığı, büyük sermayeye alan açan radikal kentsel operasyonlarla Fatih-Harbiye yerelciliği nasıl bağdaşacak? Eğer muhafazakâr sanatçılar içinden güçlü bir sanat çıkacaksa, bu çelişkiyi görmezden gelenler arasından değil, kurcalayanlar arasından çıkacak. Nasıl Cumhuriyet döneminin güçlü sanatçıları o dönemin kültürel reçetelerini ciddiye almayanlar ya da ihlal edenler arasından çıktıysa, bugünün zorlu sanatı da muhafazakâr sanat dayatmasını ya hiç ciddiye almayanlar ya da taammüden ihlal edenler arasından çıkacak. Ama bu kültürel hamlenin, sanatın toplumsal ahlak adına sınırlanmasına zemin oluşturduğunu da unutmamak lazım. Toplumu, aileyi, ahlakı, mahalleyi, geleneği eleştirmeyeceksin, önce toplumun hassasiyetlerini dikkate alacaksın, sonra ne istersen yapabilirsin derseniz, buradan hiçbir şey çıkmaz.”

**

“Örneğin Dostoyevski’yi iyi romancı yapan, Rus Çarı’na, Rus Tanrısı’na, Rus ruhuna olan bağlılığı değil, içindeki karşıt seslere de yer verebiliyor olması, yani kriz içindeki bir bilinci anlatmadaki ustalığıdır. Yasanın meşruluğunu, insanların acılarına kayıtsız kalan bir Tanrı’nın adaletini sorgulayabilmiş olması, kendi yeraltı sesine kulak veren daha karanlık bir Dostoyevski’ye de ses verebilmiş olmasıdır. Kendi karanlık ikiziyle konuşabildiği için güçlü bir romancıdır Dostoyevski, yoksa muhafazakâr olduğu için değil. Bir de Tanpınar örneği var tabii, ne zaman muhafazakârlıktan söz edilse onun adı geçer. Tanpınar’da, özellikle de Beş Şehir’de muhafazakâr içerikler olduğu doğru. Bir yazar geçmişte olduğu varsayılan bozulmamış bir kültürü korumak istiyor, orada, sürdürülebilecek bir geleneksel öz olduğuna inanıyor, yani şu dünyada kayıp, hiç yaşanmamış, yaşananlarda iz bırakmamış, kaybedilen sanki muhafaza edilebilirmiş gibi davranıyorsa muhafazakârdır. Tanpınar’ın “Halis Türk ve Müsluman” gibi ifadelerindeki halislik arayışında, geçmişteki “muzaffer, mesut devir”e olan özleminde, “asıl hüviyetimiz”, “bizim öz maceramız” gibi ifadelerinde de var bu. Uzviyetçi bir bünye arayışı var çünkü orada, kültür milliyetçiliğiyle birlikte giden bir kendine dönme ısrarı, hatta “bünyemize yabancı” olanı dışlamaya varan tasfiyeci bir otantiklik anlayışı var. Ama Tanpınar’ın güçlü tarafı bu ideolojik cümleleri değil, muhafazakârlığı kendi içinden yıkan tavrıdır. Ben ona kayıp estetiği diyeceğim. Evet, bir kendine dönme ısrarı var, ama aynı zamanda “kendi” dediğimiz şeyin aslında kayıpla şekillendiğini gösteren bir yan da var. Türk edebiyatında çağdaşlarının pek azında görülen bir kayıpla baş etme kulvarı açtığı için, bir yas kanalı açabildiği için, şifasızlığa tahammül edebildiği için bu kadar önemli Tanpınar.”



(*) Alıntılar: Nurdan Gürbilek, “Güçlü edebiyatın ardında hemen her zaman bir kriz var”, Notosoloji, 23 Mayıs 2013 (italik, renk, koyu harf gibi vurgular bize ait). http://www.notosoloji.com/nurdan-gurbilek-guclu-edebiyatin-ardinda-hemen-her-zaman-bir-kriz-var/

***

“Temel Süreklilik” üzerine Birkaç Not:

Yine altına “imzamı atacağım” –contresigner- cümlelerle dolu bu yazıyı uzun alıntılarla buraya aktarmamın nedeni –doğal olarak- okuyucuyu başta Nurdan Gürbilek’in ve diğer adı geçen yazarların kitaplarını okumaya sevk etmenin yanı sıra (bambaşka gibi gözüken ortak nedenlerle); şu sıralar http://mysteriques.blogspot.com ile birlikte kontrpuan –contrepoint- tekniğiyle üzerine eğildiğimiz FKK (Freikörperkultur), Unser Dasein gibi Nazi beden-kültür politikalarının bir yandan arkaik kökenleri diğer yandan da bugünün ekolojik hareketlerindeki izdüşüm ve devamlılığı konusunda eleştirel/ sanatsal (çelişkinin içinden konuşarak ve o “yer”i “taammüden ihlâl” ederek) bir araştırma yürütmekte olmamdır bkz. Ursprüngen, I, II). Bu arada Nurdan Gürbilek’in bu değerli söyleşisinden beni bir ‘tweet’i ile haberdar etmiş olan Şükrü Argın’a da tekrar teşekkürlerimi sunarım.

Demek ki Gürbilek’in sözünü ettiği “temel süreklilik” görünenin de ötesinde… “Kayıpla baş etme”, “yas” veya genel olarak üç tektanrıcı dinin de farklı yollardan dile / figüre getirdikleri Melankoli (bir kayba tahammül) ile baş etme, yani baş etme ile baş etme, yani Melankoli’nin inkârı (inkâr’ın inkârı olarak inkâr) bu temel açmazı veya temel sürekliliği iyi gösteriyor (dillendirmekten ziyade “gösteriyor”, iz’ini, figür’ünü bırakıyor).

“Unser Dasein” (Bizim burada-varolmaklığımız) hangi mânâda hâlâ “unser”, yani “bizim”? Kim bu edebiyatın ve sanatın ve din’in “biz”i? “Yıldızlar sıra sıra dizildiğinde” (Saffah), veya Hindu anlayışında Güneş, Ay ve Jüpiter aynı hizaya geldiğinde, yani 2013’da 114 yıl sonra Allahabad’da gene vuk’u bulan Maha Kumbh’unda mı bu “temel süreklilik” görünür hale gelecek? Buyurun, “temel süreklilik” adına Lévi-Strauss’un ne kadar ileri götürebildiği tartışılabilir de olsa büyük sezgisi: “Du Mythe au Roman” (Mitos’tan Roman’a), in Mythologies. Evet, edebiyatsız veya mitos’suz bir yaşam “boş”. Hayatını kaybetmiş mitos’lar da “kör”. Ya da tersi… (Gaya Scienzia dersleri)

Ama her halükarda ortada bir cenaze var kaldırılacak (aufheben), ama mevta (sensible, sinnlich, Sinn, sin, günah) nerede onu bulmak güç. Geçmiş mezarlar açılınca da içerileri boş. Bu yas’ı neresinden tutmalı (retenir, retension, tutamak noktaları veya Tutku)? Bizi harekete geçiren şey bu Tutku olsa gerek. Bir “tutku olarak edebiyat” diyordu J.Derrida… Ya da Tutku’dan (dini manada Çile’den) geriye kalan (kayıp) olarak edebiyat da diyebiliriz.

Buna “kayıp estetiği” diyecekse Gürbilek, mysteriques’in “L’esthétique de la disparition” (Kaybolmanın Estetiği) filmine bakabilir; ki orada, kaybın bu derecesinde, ortada kaybolan bir şeyin de olmadığı, her şeyin ayan beyan (Evidenz) ortada olduğu, ve böylece toptan kaybolmuş olduğu da (Kenos) görülecektir, belki ünlü modern filozof Kant’ın 200 yıl öncesinden ihsas etmiş olduğu gibi… Apaçıklığın bu derecesi ise tabii ki korkucucu ve (gene) melankolik…

Bütün felsefe bu temel “nihil” veya Varlık’ın ikâme edilemez ikamet etme yollarının arayışında (hiç’te veya varlık’ta ikâmet etme politikaları), özü gereği bir vahamet, bir vehim üzerine oturuyor, ve bu nedenle belki özü gereği bir mitos, yani edebiyat, ve de bunu bilmek de melankoli. (Meontologie du Multiple dersleri)…

Gürbilek’in (kayıpla) “baş etmek” dediği şey ise, Hegel’den Heidegger’e en güçlü (bazen de dini manasıyla) “reconciliation” (uzlaşım) arayışı… Ve bu hiç de göründüğü gibi “krizde ikâmet” ile çelişik (veya onun karşıtı) olmayabilir; “temel süreklilik” çok daha derinlerde olabilir. Diyalektik bu kadar derinlerde işliyorsa eğer (aksi takdirde retorik dışında bir diyalektikten söz etmek anlamsızdır zaten), bu da korkutucu ve birleştirici. Hiç bu kadar aynı çağda (epokhe) yaşamamıştık (“biz”?). Ölülerle ve düşmanlarımızla aynı zeminde ikâmet ettiğimizi bilmek de korkutucu; ata kültü’nden (“ ‘kendi’ dediğimiz şeyin aslında kayıpla şekillenmesi”, N.G.) beri bu böyle…

Ruhlar ikiz ve ikiye bölünüp ikizleşmeye meyilli, ayna kırıldıkça birbirimiz için seyir (contemplation) ve düşünce (reflexion) nesnesi oldukça (ayna kırıkları toparlanır gözüktükçe) başka bir perspektif için seyirlik nesneler haline dönüşüp kozmos veya dünya adlı bir vitrinde yerimizi alıyoruz / vitrine yerleşiyoruz, hapsoluyoruz. (Speculum Mundi dersleri)... Edebiyat aynı zamanda bu “görünürlüğün” alanı. (Paul Celan’ın “Kimse’nin Gülü”ndeki görünürlük, isteyerek görünür olmayı seçmemek, teklifsizlik…)

Bu “teklifsizlik”, yani bizden bir şey beklenmediği halde –bütün görgül ve devletcil yükümlülüklerin ötesinde- bir şey yapmak (ama her şeyden önce de olmak: Da-sein), dünyada beklenir olmamanın (varoluşumuzdaki zorunluluk yokluğu) ontolojik zemininden itibaren bizi özgürleştiriyor.

Edebiyatı ve sanatı (utangaçca söylersek “dini” de –“din günü”nün dinini değil de “diğerleri-ve-kozmoz-ile-birlikte-olma”, belki re-ligio, re-ligare anlamında) bir hars ve medeniyet projeleri / “uzuv” politikaları alanından çıkaracak, onu toplumsal-ahlaki değerler ölçütlerinden özgürleştireceksek eğer, varoluşumuzdaki bu teklifsizliğe eşdeğer, onun kırılganlığında, ölçüsünde olmamız gerekiyor.

“Gezi”nin örgütlenmedeki ihtiyatını anlamamız ama bu “gerekiyor” buyruğuna da boyun eğmemiz gerekiyor. Onlar teklifsizce göründüler, kimse’nin gülü olarak, en azından bana öyle göründüler… Herkesin tanık olmasının (dünyanın bir sonucu ve –giderek daha aktif bir şekilde- onun görgü tanığı), şahit olmasının ikizinin adının da şehit olması, hem Yunanca’da (martyr) hem de Arapça’da, ne kadar da anlamlı. Bu bölünme (ikizleşme) zemininden itibaren yazmalı; Kafka, Joyce, Musil, Beckett hem çağlarının bir sonucu (semptomu) hem de tanıkları oldular…

Türkçeyi, onun yerleşik anlamlarını yersiz yurdsuzlaştıran, göçebeselleştiren Gezi mizahı bunun algoritmalarını verir gibi…Masum, kırılgan, boyun eğme-yen, ama günahı da hınzırca üstlenen çapul edebiyatı özgürleşmede bir adım önde. Zaytung hayatı tekzip ediyor: “Hamile kadınların sokakta dolaşmaları”ıyla ilgili görüşü tekzip eden açıklamada bulunmaları gibi…(@zaytungtweet Hamile kadının sokakta dolaşması ayıptır, terbiyesizliktir şakası bize ait değildir).





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder