17.10.2012

Gothic Curiosities


punisment or dance (Cluny Museum, from Ste. Genéviève Church)


Gemini's zodiac sign (Vezeley Church)


conjuration of luxuria

vasque of XII.century from Iran or Afganistan

16.10.2012

Daima İz'in izlerinde... (and me after...)

Daima iz’in izlerinde…

Always on the traces of trace…
(and me after…)


Metropolitan Arşivi için teşekkürler. “Garb Seferim” için çok faydalı oldu…
Saint-Denis Bazilikası’nı araştırmakla başladım okumalara; Suger and Saint Denis (1986, Metropolitan, N.Y.) adlı kitapta iki önemli makale göze çarpıyor; okumaya başladığım ilki (B) ikonografik, diğeri ise (A) felsefi-teolojik bir yaklaşım, ikisi birbirlerini tamamlıyor, aydınlatıyor:

A –“Suger, Theology, and the Pseudo-Dionysian Tradition”, Grover A. Zinn, Jr.

B –“The Lateral Portals of the West Facade of the Abbey Church of Saint-Denis: Archaeological and Iconographic Considerations”, Pamela Z. Blum...
Bunlara bir üçüncü, Hesperia’dan arkeolojik bir makale de eklendiğinde konunun tam bir görünümüne sahip olunabiliyor:

C- “THE CHURCH OF ST. DIONYSIOS THE AREOPAGITE AND THE PALACE OF THE ARCHBISHOP OF ATHENS IN THE 16TH”, JOHN TRAVLOS AND ALISON FRANTZ, Hesperia, XXXIV, 3


1984-85 kış aylarında gezmiştim ilk kez; "Saint-Denis, Paris-VIII Üniversitesi'ne ilk başladığım yıllardı... Şehir yenileştirme politikaları öncesi, Edit Piaf'tan kalmış, veremli, hayalet bir kent görünümündeydi Bazilika çevresi... 10. yy.’dan beri bütün Fransız Kralları o bazilikaya gömülü: Saint-Denis bütün Fransa’nın kurucu/ koruyucu “patronu”...

Pseudo-Dionysius, diğer adıyla Denys the Areopagite'in (John Scotus Eruigena –Peri Physeon- tarafından çevrildi ve onu Hugh, Suger okuyabiliyordu) teolojisine göre bezenmiş bazilika... Kapı rölyefleri geçirdiği onarımlarla ve Devrim günleriyle bazı “ilmi kayıplara” uğramış...
Ben de J.Derrida'nın "How can awoid to speak"ini çevirirken ilgilenmiştim Denys'nin "negatif ilahiyatı"yla... (Bkz.“Nasıl Konuşmazlık edebiliriz?”, Din Felsefesine Dair Okumalar, Der. Recep Alpyagıl, 2012, İz yayıncılık)

                                                                                B-

İkonograf incelemede üç figür ilgimi çekti: Bir iğva sahnesi…

-Priest (rahip)

-Sponsor (iğvaya aracılık eden “sorumlu”, daha önce iğva olmuş)

-Candidate (yeni, aday, novis, acemi, çırak)

Tarihçi Georges Duby: Bu ilişkiyi “göksel hiyerarşinin insan ilişkilerinde devamı” olarak okuyor… Bu söylenebilecek asgari şey, ama “nasıl?”… Denys’nin “Göksel Hiyerarşi” (Hiérarchie Céléste) eserine bakmak lazım. Bu hiyerarşi modeli üzerinden, Capetian hanedanlığı, Suger adlı bir başrahip (Abbey) ve elinin altında Duns Scotius tarafından bir çevirisine sahip olduğu Denys’nin eseri vasıtasıyla Fransız taşrası (hinterland’ı, “Franklar” adı verilen insan tarhı) bu ruhban öğretisi temelinde toparlanıp bir Devlet (sponsor; yani spondere’ye muktedir, responsable –bir medium veya bir simulacrum olarak Devlet) olma yoluna giriyor.

Hristiyan ikonografisinde (zaten onun tarihi ve oluşumundan bahsediyoruz: varlığın ve zamanın “ikon”larından…) “vaftiz” bu “giriş”i resmetmek için uygun bir vasıta, medium, “simulacra”:
“İmmersion” (“triple immersions: threefold signifie: dying, renouncement and rebirth”); yani, Suya batırılma sahnesi (“Batı cephesi”, s.216):

 (en sol köşede altta ve en sağ alt köşedeki figürler:)



“Sponsor”, “aday”ı arkadan iki eliyle tutarak kaldırıp bir yere bırakır (suya daldırır) gibi: Vecd hali yüzlerinden belli oluyor. Sağ el bedeni üstten tam kavramış, ancak sol el adayın (eski Yunanlılar’da Site hayatında “iddia sahibi” –prétendant” idi bunun adı, yani “sivil topluma”, kamu hayatına aday olan herhangi bir genç) kalbi hizasında simgesel bir işaret yapıyor: “işaret ve orta, iki parmağın bitiştirildiği kutsama” işareti…

“2 fingers or 3 fingers” problemi ortaya çıkıyor. İğva’nın hangi aşamasındayız? “Second step of initiation” (?) dammaged by restauration; “impossible to speak without speculation” diyor Pamela Blum,

impossible also to avoid to speak on

(“konuşmazlık etmek de imkansız”) diyoruz biz…

[Pamela Blum speaks after Sumner McK’s archeologicals investigations on Basilic; Suger, after the traduction of Duns Scotus, and me after Derrida’s article that I have allready translated…

Une bonne chaîne de “spondere”, des “repondants”…]

A-

Zinn, daha önce Derrida’nın makalesinde ayrıntılı olarak işlediği konulara kısaca değiniyor (Panofski’nin bazı “karışıklıklara” dikkat çekiyor)

Önemli nokta, “görünmez dünya” (göksel) ile “görünür dünya” (mundana mundo) arasında aracılık rolü yapacak “simulacra”ların tayini meselesi…

Sanki kolayca ayır edilebilirmiş gibi iki ilahiyat arasında bir ayrım yapılıyor:

-“Mundana Theologia qui utilise les simulacrum de la nature” ve

-“Divine theologia qui utilise les simulacrum de la Grâce (the humanity of Word –Logos-) pour rendre visible les choses invisibles. “God is manifest in both simulacra” p.35 (cf. G.Zinn)

Hugh of Saint-Victor’un “excitata” kavramından söz etmesi ve “transfero” (“rise up” and “translating and interpretation of a word or a phrase” also in Eriugena Duns Scotus, s. 36-37) ile ilişkilendirmesi de önemli ipuçları sunuyor.
“The human mind [with “excitata”] ascends from visible beauty to invisible beauty”…



(diğer cephede de benzer iğva sahneleri)


C-

Öte yandan bilim (yorumbilgisi) durmuyor ve uyumak istemiyor.

Paris civarındaki –Gotik sanatın ilk örneği olarak kabul edilen- bu Bazilika neden Denys’nin kozmo-teolojisi üzerinden (Scotus’un çevirisi aracılığıyla) inşa edildi? Suger, kurucu iktidarı için bir aziz’e ihtiyaç duyuyordu, Saint-Denis, eski “Sözde-Dionysius”un metinlerini sahiplendi, kendisini sanki Atina’dan geliyormuş gibi, Aziz Pavlus’dan el almış, 3. yy.’daki Dionysos ile özdeşleştirdi: bu kadar karışıklık onun Orta Çağda (12.yy) aziz olması için yeterliydi.

Peki bu metinleri (Hiérarchie Céléstre /Göksel Hiyerarşi) kim yazmıştı? Açıkça taze hrisitiyan (Plotinus) Neo-platonculuk etkisindeki bu metinleri ne Paris’in patronu Saint-Denis (ne tabii ki çevrimeni Dun Scotus) ne de –hatta- Atina’da Akropol’de adına bir archi-bishop kilisesi olan Dionysos Areophagite yazmıştı.

Bu metinlerin “bilinmeyen bir Suriyeli” (“A.D. 500 by an unknown Syrian”) tarafından yazılmış olabileceği düşünülüyor; ancak bu metinlerin tek bir yazarı olmayıp, yazılan metinler, Dionysos Areopagite “özel ismi” altında toparlanıyordu: Duns Scotus’un da “görünmez gerçeklikler dünyası” hakkında, belki “varlık” hakkında Heidegger’i de doğrudan esinleyecek felsefesi için kaynak: bu karma yazarlı metinlerdi.
(Belki de Nietzsche boşuna not düşmemişti “Dionysos” –isim benzerliği olan diğeri- ve “Çarmıha gerili İsa” arasındaki analojiye, Ecce Homo’da… Bu isim benzerlikleri, "özel isim" etrafında dönenler belki de yeterince ciddiye alınmıyor)

Gelelim, yaklaşık 3.yy.’da yaşamış olacağı düşünülen hem Atina ilk-hristiyanlığının hem de bütün Orodoks dünyasının kurucu azizi Dionysos’a (“sözde Dionysos” sıfatını acaba ona Atinalı paganlar mı takmıştı?): Kendisi’ni (Paris’teki mi?), Pavlus’un pagan Atina’yı talihsiz ("disappointing") ziyaretinde ilk hristiyan olanlardan olarak tanıtması da bu spekülasyonlara renk katacaktır. Atina’da gerektiği gibi, hristiyanca şehit edildiği zaman evi yakınlarında Pavlus’un görüldüğü/ belirdiği de bu tarz rivayetler arasında yer bulmuştur (bkz. C).

Elde tek olgusal veri Akropol’deki Dionysos kilisesi kalıntılarıdır (ancak arkeologların “hata payı” inanılmaz: “Its date, however, remained enigmatic, having been variously attributed to the 7th, 9th and 17th centuries”. Papalık (Innocent) 12. yy.’da böyle bir kilisenin varlığından yeri tarif etmeden söz eder. Ancak 15. yy.da bir grup gezileri sırasında burayı keşfetmiş ve Dionysos kalıntılarının kopyalarını yapmıştır (Syriacus of Ancona, 1436). 17.-18. yüzyıllarda seyyahlar buralardan kalanları görmüşlerdir. Bilimsel araştırmalar ise American School of Classical Studies’in Atina’ya yerleşmeleriyle 1934’de başlamış, sonra da 60’lı yıllarda devam etmiştir.

Ancak, Atinalı Dionysos ile Parisli Saint-Denis arasında bağ gizemini (metempsikoz gibi) korumaktadır. Tek arkeolojik pist (C’nin yazarlarının zikrettği ama yorumlamadığı), 12yy.’ın Franklarına (Louis IX ve Alphonse de Poitier) ait bir takım sikkelerin Akropol’de Dionysos kilisesi etrafında bulunmuş olmasıdır. Haçlı seferleri için gelen Franklar tarafından “bırakıldığı” düşünülebilir. “Göksel Hiyerarşi” metninin ilk kopyaları ve derlenme süreci konusunda bir ilerleme sağlandığı takdirde, bu “fikir veya ruh göçü” meselesi daha iyi anlaşılabilecektir.

Bütün bunlar arkeolojik merak olması ötesinde daha derin bir gerçeği okumamıza yardımcı olabilir: Bu da Pavlus zamanındaki Atina’yı hayalimizde canlandırıp havarinin “Acts”larını okumaktan geçer. Dionysos, Pavlus’un bu sarsıcı ziyaretinden sonra çetin bir soru ile karşılaşmış olmalı:
Pavlus’un gelip bıraktığı bu yeni görünmez Tanrı da nedir?
(“unknown God”)

Dionysos’un meselesi şu olsa gerekti: “Yunan ruhuna ve varlık-sanat anlayışına uymayan bu Tanrı ile nasıl Yunanlıları uzlaştırabilirim -daha da önemlisi, Yunanlıları kendi aralarında nasıl uzlaştırabilirim, göksel hiyerarşiden geçerek?" İşte o’na atfedilen metinlerin yazılma ve bir (new) “order”ın kurulma süreci böyle başlamıştır…

Bu metin(ler) belki de hala, Scotus, Heidegger, belki Jean-Luc Marion, Derrida aracılığıyla “çevrilip yorumlanmakta” (transfero) ve yazılmaktadır: excitata” olduğu sürece de “varlık” [ayr(ı)am] izleri izleyerek iz bırakmakta, ama kimi zaman da bıraktığı izlerde –en azından arkeologlar için- pek de “özenli” davranmamakta, izleri silerek, pistleri çoğaltıp karmaşıklaştırmaktadır.

13.10.2012

LA DECONSTRUCTION AUTOURS D’UNE TASSE DE CAFE

1- La déconstruction commence (commence-t-elle?) toujours par la cousine


Ad déréchef iterum…

2- D’abord une tasse (une “tasse”) ou plusieurs tasses?

3- Les intérieurs -jours ajournés- d’une “tasse” forcément matinale /vaginale

4- Etat des “tasses”; de “tas de tasses”; et leurs rapports obliques l’une à l’autre;

à l’aûne, n’allons par par quatre chemins…

5- Dès qu’on commence, viginité entamée de “tas” de travail…

6- Non pas l’alignement catégorique; mais séries métonymiques;

toujours manquant dans (à) la chaîne des signifiants…

7- Virginité extérieur, sombre, obvieusement mâle de ce qu’on apelle “tasses”

(surface de répétion résistant à la différance)

8- Eclatement inoui: “éclat” de voix (féminine) arrivant au phénomène majeur:

Surprise de l’événement sans Concept…

9- Sombre disposition des “tasses”: dispositif mâle:

redressement de la chaîne de signifiante…

10- L’intérieur virginal (matinal) de l’événement interrompu laisse sa trace sur la surface de répétion (mâle):

L’origine du Mal interminable…

11- Fin sans Finalité; Fin feinte! Fin “fine”…(“la fin est le commencement, et le commencement est la fin” –Hegel):

Brûlure, cendres…

12- Et “un tas de tasses” comme trace archivale (archi-archivique)…

12- Vieillesse plus vieille que la vieillesse:

une incurable “tasse de café” comme supplément à l’oublie (pharmacon):

(un tas archi-supplémentaire)…

13- Ecritures (devenues illisibles): ô enfance de l’homme, toujours oublieuse…

14- L’écriture, lecture, la méthode: un tas de lecture n’abolira jamais le hasard

(pensée: pur-impure noesis)

15- Récueil et le rassemblement: (Verslammung, Einsamkeit)

Une ou plusieur fenêtres? Sinagoge, monadique, monastrielle ou esseulée musulmane?

16- Jamais la distraction ne se distrairait de plus beau…

Oublieuse mémoire des jours ajournés…

17- Le plus beau lieu de récueil (Bursa, Ulu Mosqué, déconstruite),

peuplé des idées (devenues enfin) visibles…

18- Sortie du caverne: enfance du Temple (à jamais intedit de construire)

19- Les classes et les bibliothèques désertées…

20- L’idée est devenue visible dans la marre d’une tasse de café (pharmacon)…

21- Quel avenir pour l’image (icône) de l’étérnité (de l’universel, de l’universalité et de l’université)?...

Une chaîne de signifiance ou un “chêne” de l’arbre généalogique?

22- Maison d’écriture (d’éthicité –Sittlichkeit) déconstruite…

Beyt-ül Hat ou Muallakat?

23- “La nature est la pensée visible” ("Doğa görülebilir düşüncedir")



                                                                                   
(synopsis synoptique du film du même titre; la déconstruction en 23 images et en 7 minutes et quelques secondes,  le 12 Octobre 2012)

11.10.2012

L'ESTHETIQUE DE LA DISPARITION / KAYBOLMANIN ESTETİĞİ

I-


Phénoménologie en marge de la perception sort dans la rue,

Perception perçoie ce que l’oeil tait

Et toujours taisera par son muet vide d’évidence,

Telle ‘percepte’, qui est au-delà de ce que Je perçois,

Mais dans l’abord de Moi.



2-

Dans et pour quelques demi heures,

La vie, telle qu’elle est perceptible

Pour ce qui est perceptible, est là,

Mais encore fuyante.

Il n’y a pas de perception véritable,

Mais sa frange, ses limites indurables…



3-

L’imperceptible par sa surgissence,

L’invisible par sa vitesse,

La vie quoditienne par sa nullité toujours renaissante,

Deviennent sans devenir l’objet de l’objectif.



4-

L’oeil captif par le caméra,

Même aveuglement,

Cherche sa conjoncture de perspectif

Pourvu qu’il y a quelque chose

Là et à voir.



5-

Sans voir véritablement et

Sans être vu véritablement,

La perception se dévore

Sans intérêt et sans s’intéresser véritablement

Quoique le choix est instantané et délibéré,

Par la curiosité sans véritable Cura ni Souci…



6-

Ni regret de ne plus être Là ni ne plus voir Ça,

Mais objectivement la réctitude rigide de la vie

S’affaise par cette mollesse même de la Vie.

Fuyante non par hypothèse,

Mais devant les yeux, telle qu’elle passe…



7-

Festivité sans festival véritable,

Honteusement véritable,

La nullité nue plus que la nudité même,

Mais sans ecoeurement,

Ni sans Coeur.

Mais une certaine tendresse froide,

Donne la Mésure!



8-

Mais reste que cela restera à l’Etérnité,

Seule que nous connaissons: l’Histoire!

L’archive (activation de l’archivation)…

Comme toute courte émotion ou cérémonie

Un monument juste à la Mémoire!

Mais où est le rîte, et où est la cérémonie?



9-

Personne ne dira, ouf, je n’ai pas vu Ça

Personne ne ratera le spectacle sans Avoir Lieu

Non que j’ai eu le goût de nullité

(Par heure, je ne souhaiterai à personne)

Mais Personne ne soit sans Avoir Lieu!

Dans ce spectacle de nullité…



10-

Aucun sens à poser,

C’est déjà posé et disposé…

Pose endure la nullité

Là, la vie sans pose est posée à nu.



11-

Je n’ai rien trouvé à dramatiser,

Il n’y en a pas à l’oeil nu.

Dans quelques demi heures que je suis dans la rue

La rue m’a capté sans être capté

Par heure, j’avais le caméra

Et j’ai résisté comme un Saint,

Repondant de Dieu…



12-

J’avais le goût des Temps anciens

Je l’ai perdu dans la Rue.

J’ai essayé mais,

Je n’ai pas réussi à me démêler

De la rue:

Je suis resté impassible à vue.



13-

Ce que j’ai capté est là

Pensez-y, à ce que j’ai raté!

Je suis plus d’une fois interdit,

J’aurais dû être totalement arrété.

Hélas, vivant mort,

Resté imperceptible…



14-

Ce qui me sauve, c’est bien ma curiosité!

Ce n’était que ma rue et les aléantours…

Quand j’aurais d’autres descentes à la rue,

Mon passage ne serait plus silencieux!

Macabres macadams trembleront de ma Vue…



15-

Soyons raisonable à Vue!

Peu que je sache dans les autres pays, dits d’Europe,

Il n’y a même plus de trace de drame de la vie,

Est-ce je me trompes?

Ce fût peut-être le dernier Festin de la Vie



16-

Mais quel drame?

L’inégalité, la pauvreté, l’injustice, la misère?

Oh mon pain quoditien, donnes-moi encore!

Je (me) passerai de ma vue à Ta Vue!...



17-

Personne!

Ô personne!

Même cette rosée d’Autômne!

Que mon esthétique passe,

Et mon Temps soit revolu,

Rien n’est approuvé, ni justifié encore de cette Vie.



18-

Je n’arrives même pas à me croire.

Du reste, c’est en fonction de l’Avenir,

Même mal parti…

Etant petit,

Je n’arrivais même pas à croire que c’était la Vie,

Mais la Lumière fût pour Moi aussi:

Un temps!



le 10 Octobre 2012
(poème écrit pour le film du même titre)

8.10.2012

Gene Komnenos ve Karamanlılar...

İznik’e hakim Süleyman Şah, 1086 yılında Bizans İmparatoru Aleksios Komneneos (Komnenos ailesi-Kastamon) ile saldırmazlık anlaşması imzalamıştır.


1086’da İznik’ten çok uzakta, Halep şehri yakınlarında -Aynü Seylem- Selçuklu Türkleri ile yaptığı savaşı kaybetmiş, bu mağlubiyeti gururuna yediremeyip intihar etmiştir.

Osmanlı Tarihçileri (Aşıkpaşazade, Nesri), Süleyman Şah’ın Ertuğrul Gazi’nin babası olduğunu savunurlar, Osmanlı’yı Selçuklunun bir devamıymış gibi göstermek istemişlerdir. Ayrıca Süleyman Şah’ın düşmanla savaştan dönerken boğulduğunu, bu sebeple “gazi“ unvanını hak ettiğini düşünmüşlerdir. Oysa ki, Süleyman Şah, Türk kardeşlerine karşı silah doğrultmakla, ne İslami ne de milli davranmıştır. Büyük Selçukluların emrindeyken devletine ihanet etmiştir…

1097 yılında Bizanslılar, Haçlı ordularını Bizans adına İznik’i almaları için görevlendirmişti. Onlara öncü kuvvet olarak Rum-Türk melezi olan, hem Rumca hem de Türkçe konuşabilen Türkopoli (Türkoğlu) birliklerini vermişti. Halkla her iki dilde anlaşabilen Türkopoliler, şehri Bizans adına almışlardır. Şehirde katliam yapılmasını önlemişlerdir.

1097 yılından sonra, Selçuklu Türkleri’nin başkenti olan Konya’nın, Türkler tarafından kesin ne zaman alındığı bilinmez. 1071,1075 yılları öncesi tahmin edilmektedir.

“Anadolu Selçukluları“ ismi de sonradan uydurmadır. Anadolu’da kurulan Selçuklu Türk Devleti’nin ismi, Diyar-i Rum Sultanlığıdır. O dönemdeki ismi; Roma Selçuklu Sultanlığı, Mülük-i Selcukiyye-i Rumiye’dir. Bu ismin tam anlamı, Selçuklu Roma devletidir. İlk Osmanlı tarihçileri Rum yerine, Anadolu ifadesini Selçuklular için kullanmamışlardır.(Nesri, Aşık Paşazade) Bu devletin resmi dili farsçadır.

Bizans devlet kademelerinin yüksek mevkilerinde özellikle Aksoukh ailesinden Türkler, Selçuklu Devleti’nin devlet kademelerinde de Bizanslılar yer alıyordu.

Selçuklu Devleti’nin ünlü veziri Nizamülmülk (1018-1092), Selçuklu Devleti’nin sorunları üzerine kaleme aldığı Siyasetname adlı eserinin 30. bölümünde, toplu olarak nasıl şarap içileceğinin kurallarını, şartlarını anlatmaktadır.

11.yyda Anadolu’da Türk nüfusu artmış, bu nüfus, yerleşik düzeni ve kültürü Bizans halklarıyla kaynaşarak özümseyebilmiştir. İslam tarihçilerinin, bizlere anlattığı gibi, Türkler ve Bizanslılar sürekli savaşmamışlardır. Anadolu’ya gelen Türklerin, büyük çoğunluğu, İslam adına gazalara katılmak için değil, bu topraklarda yaşayıp, buraları yurt edinmek için gelmişlerdir. Milli ya da İslami bir tercihte bulunmamışlardır.

Kumanlar, Anadolu’daki bazı Türk gruplarını Balkanlara taşımış, ve onları Hristiyanlastırdıktan sonra Anadolu’da iskân ettirmiştir. (Çepni Türklerinden bir grup ve Kumanlar…)

Paralı asker olarak 6. yüzyıldan bu yana Anadoluya taşınmışlardır. Bugün Moldovya ve Romanya’da yaşayan Oğuz Türklerinden, Ortodoks Hristiyan olan Gagavuzlar, büyük olasılıkla 10. ve 11. yüzyıllardan itibaren Anadolu’da yasayan Türklerdir. Ayrıca, Rumca bilmeyip Türkçe konuşmaya devam eden bu halk, Lozan Antlaşması’yla Ortodoks-Hristiyan olduklarından Rum sayılıp 1924’te Yunanistan’a sürülmüşlerdir. Bu halkın büyük çoğunluğuna Karamanlılar denirdi. Bunlar, 10. yüzyıldan itibaren Hristiyanlaşmış Kuman ve Peçenek Türkleridir.

Rumlar gibi dua ediyorlardı. Bunun cezasını da ülkelerinden sürülerek ödemişlerdir.

Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a “gazi“ unvanını Osmanlı Tarihçileri uydurmuştur?

(LENA UMAY'dan alıntı)

Yedi Uyurlar / Sept Dormants

Yamliha, Mekselina, Meslina, Mernuş, Debernuş, Saznuş ve çoban Kefeştatyus'un başından geçenler:

“Efsus, Dekianus’un darül mülkü olup, ahalisini putperestliğe teklif edip itaat eden, halâs etmeyen katlolurdu. Kişizadelerden hüdaperest genç altı kimse ile bir güşede bu cabbaranın fitnesinden halas için dua ile meşgul idiler. Bu hallerinde iken Dekiyanus’a haber verilip anleri ihsar ve tehdidi besiar eyledi. Anler tariki tevhitte sebat gösterüp şirki kabul etmediler. Dekianus anlerin cemi mâlini ahs ile siz civanlarsınız, size 2-3 gün mühlet veririm, halas vaktinizi fikredin deyup kendisi bir gayri şehre gitti. Ol civanlar fırsatı ganimet bilup, ba’delmüşavere firara karar kıldılar. Yolda giderken bir çobana rast gelup, anların dinine muvafakat eyledi. Çobanın kelbi Kıtmir dahi bunlara tabi olup, akeplerince giderdi. Her ne kadar menettilerse mümkün olmayup ahirkâr Haktaâla ol kelbe lisan kerem edüp benden korkmayın ben Allahu teâla’nın ve sizin dostunuzum. Siz uykuda iken ben size pâsbanlık ederim dedi. Dağa yakın geldiler çoban bunlara ben bu dağda bir mağara bilirim, ol mağarada gizlenmek mümkündür deyu ittifakla ol mağaraya müteveccih oldular ve girdiler.”
 

Taberi, "Tafsir-ül Menakip Tercümetu’l Mevait"


Gençler bu olayın ardından orada uykuya daldılar ve 309 yıl uyudular. Bu bölüm Kuran’da da anlatılmıştır:
"Baksaydın güneşin mağaranın sağından doğarak solundan battığını, onların da mağaranın içinde olduğunu görürdün. Bu Allah’ın mucizelerindendir.
Onları mağarada uykuya daldırdık ve yıllarca hiçbir şey hissetmediler. Uyanık sanırdın onları. Oysa uyuyorlardı.
Sağa sola döndürdük onları köpekleri de uzatmıştı kollarını eşiğe. Görseydin eğer içine bir ürküntü dolarak geri döner, hemen kaçardın."

Kuran, Kehf [Mağara]Suresi (18.Sure) 8-25 ayetleri.





Uyurların İzmir Efes, Diyarbakır Lice ilçesine 15 km. uzaklıktaki İnceburun Dağları’nda, Afşin-Elbistan, Eskişehir ve Tarsus’ta da makamları vardır.

Anna Commena

The Alexiad, by Anna Comnena


"The 12th-century is my favorite period of Byzantine history. The Comnenian [Kommagene] revival had restored the empire to a semblance of its former glory following the collapse after Manzikert [Malazgirt]. But its enemies, East and West, were on the move, and as Runciman had noted, "the rot had set in."

Who better to tell the story than, Anna, the ambitious daughter of Alexius I. In time, she became frustrated and bitter over her failure to ascend the throne after her father's death. She had to settle for being one of the world's greatest historians, which is not such a bad consolation prize."
Cf.  Paul Magdolino's "The Empire of Manuel I Komnenos: 1143-1180"

(Uni. Of  St.Andrews + Uni. Of Koç. 18 juin 2007)

GİZLİ HAZİNE(m) / mon TRESOR CACHE

Je n'arrive même pas croire à ce j'ai (déjà - le 10 août 2009) fait / ce que je fais... Voici mon archive brulant:

“On of the brothers complained that the 'form of the work' (schematismos ergou) was absurdly large for their small community, to which the Saint responsed:

'if you built it, they will come'."

                                           (Master Builders of Byzantium, Robert Ousterhout)

Certainement ma communauté est trop étroite...
Voici ce programme trop large pour une vie:

St. Sophie built B.C-324 (avec les pierres de Hieropolis – temple d'Apollon – Ephesus – Temple Artemis)


Temple Osiris – Kahire – Khalif Ömer Emevi – Ali+Fatima+Fatimi+Karamati 874+ Fütuvve +Masons de Pyramides+

Kudus - Hasan Sabah (1090, El Ezher, Caire), Hughs de Payns - Alamut – Templiers–

(un Osiris pré-chrétien)


Bogomile Bulgars – Cathars Septimania (Provence Romain) - (Sud de France, Languedoc)- Dominicains extermine les Cathars-

Et puis construction des Cathedrales: Cluny, Paris (Thermes, Cath., Abbey), Mont St. Michel - Rheims- Chartres – Compostel – Espagne- Pologne (et puis stagnation-inquisition-conquistadore)

Ohrid Kenti (Bulgar St Sophia)

A. Geylani – Bagdat – Rumi (Mehmet le Paleologue de Scutari + 1631Tosyalı Bagdadi Rumi İsmail Kadiri Dergahı - Cihangir) –
Sultan Ahmet (1609-1616 camii inşaatı)! Mahmud Hüdayi Hazretleri: 1541-1628