19.08.2012

TARİH ÜZERİNE SAVLAR: Balkan Sorunu ve Bogomiller

(Balkan Sorunu ve Bogomillere ne oldu?
ya da Deliorman ve Tuna Şeyh Bedreddin'i Doğurunca)


Reste la chariat pour les descendants des Bogomiles que la Papauté avait livrés au joug Ottoman”...

Kimse Balkanları düşünmedi. Düşünceye bir meydan okuma olan Balkanları gerçekten anlamaya çalışmadı. XX. yüzyılda işler daha da kötüye gitti: bir miyopluk etkisiyle, özet bir görüyle, Balkanlar’da 1914 devrimiyle geldiği varsayılan “Rus etkisi”nin gerçek derinliğini çözemediğimiz için I. Dünya Savaşı sonrası önce bağımsızlıklarına kavuşan sonra da iyice içine kapanan Balkanları anlamamaya devam ettik. Türkler ve sıradan tarihçileri söz konusu olunca, Balkanlardaki “Türk veya Osmanlı etkileri”nin çetelesini tutmaktan, Osmanlı Arşivlerinin hacmiyle böbürlenmekten, bütün Balkanların -sanki tapu kayıtlarından ibaretmiş olduğu varsayılan- “hafızası”nın bu arşivlerde saklı olduğunu yinelemekten, ve arşivi daha baştan içine girilmesi gereksiz, yekpare bir şey olarak damgalamaktan öteye gidemediler.

Türklerin Anadolu tarih sahnesine çıkmasından çok önce ve uzun süre hüküm süren Bulgar Krallığı, hemen Göktürkler’in Türklüğünü kaybetmiş bir boyuna indirgeniverdi, ve bu da en az “Hristiyan veya Musevi Türkler” meselesi kadar tarihin karanlığına terk edildi.

Peki, Osmanlı hâkimiyeti öncesi, örneğin X. yüzyılda Balkanlar’da tam olarak ne oldu? Örneğin Bogomiller kimdir? Erken Rönesans’ın sadece Bağdat’da Şam’da, Endülüs’te, bazı Selçuklu Anadolu Beylikleri’nde değil, Balkanlarda da yaşandığını söyleyebiliriz: Bir Rus papazı, Papa’ya kafa tuttu ve Balkanlar’ın, Orta Avrupa’nın, Polonya’nın ve hatta Fransa’nın güneyinde, Toulouse’a kadar Cathare’ların öcü alınmaya başladı (fantezist sav).

Bahsettiğimiz coğrafya ancak tarihe yamuk bakarak kestirilebilecek cinsten, ve de olmuş olanların veya olduğu varsayılan şeylerin belli bir öz sezisine sahip olmayı gerektiriyor. Arşivlere tersten girmek ve sorunun adını şu şekilde de koymak mümkün: “Peki Şeyh Bedreddin kimdir ve Deliorman tam olarak neresidir?” (şairane sav).

Aşağıdaki yazı bir isyan tarihine katkı olarak da okunabilir, ama esas yazılış bağlamı Şumnu (Schumen) neresidir ve neden onu Papalık bütün Bogomiller gibi Osmanlı’nın ellerine teslim etti? “Peki o teslim oldu mu?” sorusu da esas meselemizi ilgilendirmektedir, tabii eğer gerçekte –tarihçilerde pek itiraf edilmeyen bir yöntemle- kendi atalarımızın bizzat, Osmanlıların Balkanları boşaltması sırasında Şumnu’dan İstanbul’a göç ettikleri meselesini incelediğimiz (örtük sav) ihtimalini bir kenara bırakırsak…

İncelememizin, önce sınamaya sonra da savunmaya çalışacağı cesurane sav –bundan ibaret olmamakla birlikte- şuna indirgenebilir:

I. Sav: “Balkanlar, Osmanlı’ya Papa tarafından tepsi içinde sunuldu”.

Bu sav, Osmanlı tarihine ilişkin olarak, en azından kuruluş ve başlangıçlarıyla ilgili savlarda bir alt üst olmaya yol açmasa da önemli bir bakış değişikliğini, hatta reformu, bir devrimi haber veriyor. Ve bu devrim sadece tarihle ilgili değil, her şeyden önce bugünü anlamada yol gösterici olacak.

Bizim savımız sıradan tarihçilerde rastlanan “fetihcilik” ve onun rolünü abartma indirgemeciliğinden kurtuluyorsa da, Osmanlı’nın tarihte saf bir askeri güç olarak fail olduğu veya “kullanıldığı” gerçeğine helal getirmeyip bu görüşü destekliyor. Her iki durumda da bir “güç”ten (saf veya değil) söz ediyoruz. Şimdi ise bu gücün formu ve “form” / “güç” ilişkisinden bahsetmek ve savın topyekûnluğunu analitik olarak parçalarına ayırmak lazım.

Savımızı geliştirip ayrıntılandırarak devam ediyoruz:

2. Sav: “Osmanlı Bogomilleri Müslümanlaştırmak ve zaptı zapt altına almakla kerhen görevlendirildi.”

Sav, örtük biçimde bu görevlendirmenin (“kerhen”) “Papa tarafından” yapıldığını varsayıyor. Peki Papa neden Bogomilleri tam olarak kendisi Hristiyanlaştıramadı? Böyle bir gücü vardı, ama o güç Bogomillere işlemiyordu, diyebiliriz. Papa’nın böyle bir “görevlendirmeyi” resmen yaptığı “tarihsel bir belge” (fetva, ferman, mektup, vb.) bulmayı umut etmek yerine, Papa’nın bu fethe nasıl “kerhen” göz yumduğu, bunu kolaylaştırdığı veya “izin verdiği”, “olmaya bıraktığı”, hiçbir şey olmasa bile analoji yoluyla, daha ileriki yüzyıllarda Papa’nın kendisinin Şarlmayn ile rekabeti yüzünden Barbaros’un Tunus’u fethini nasıl “teşvik ettiği”, Malta ve Rodos şövalyelerine “dur emri” verdiğinin ispatlanabilir olması gibi, ispatlanabilir.

Demek ki, öyle bir Osmanlı’dan bahsediyoruz ki, “kendi Anadolusu”nun daha feth edemediği iç bölgelerinde (Konya, Karaman, İran sınırı, Doğu, Güney Doğu, vb. –Tarih’e yeterince yamuk bakamadığımız için olsa gerek, nedense bu listede sadece Anadolu coğrafyasını sayıyoruz, sanki Osmanlı anakronik bir şekilde böyle bir “Misakı Milli” kavramıyla yola çıkmış gibi) daha halledemediği dini sorunları (hangileri?), İstanbul’un fethinden çok önceleri, biraz gözü kapalı, yani gözü pek olarak açıldığı –demek ki gücü veya formel gücü diğerlerine değil buna yetiyor veya stratejik (formel) nedenlerle önceliği buna veriyor- Balkanlar’da gene gözü kapalı (pek) olarak, kendine rağmen çözmeye girişti.

Bu savın her bir kelimesi ispatlandığında sadece tarih kavramımız genişlemeyecek, ama Osmanlı’nın neden Balkanları (anekdotik olarak diyelim Şumnu’yu, benim ata toprağımı) kaybettiği zaman çöktüğünü de savımızın ilaveten bir sağlaması veya doğrulaması gibi ispatlayacak. Tarihe yamuk bakmak, demek savları tersinden ve düzünden iki defa ispatlamaya imkân veriyor.

Şumnu hakkında sadece şu bilgiyi vermemiz, bir amblem olarak şimdilik yeterli olmalı. Ruslar Balkanlar’da her yeri askeri olarak işgal ederek Osmanlı’dan geri aldıkları halde, sadece Osmanlı’nın garnizon kenti olan Şumnu’ya gir(e)memişler ve de nüfus “mübadele yoluyla” Osmanlı topraklarına nakledilmiştir. Şumnu acaba neden bir tür (diplomatik) dokunulmazlığa sahipti Rusların gözünde?

Savımızı biraz daha ayrıntılandırıp geliştirerek yinelersek devasa bir boyut alacaktır:

3. Sav: Bizzat kendisi de (herhangi bir Selçuklu Beyliği olarak) Selçukluların dağıldığı zeminde yeşeren Anadolu (Ön)Rönesansı’nın
3a- (sav içinde devasa bir sav daha) bir tür ürünü (sonucu) olan Osmanlı beyliği (beylikler arasında sadece bir beylik), Tarih’in (bu kez Papa’yı işe karıştırmak, savımızın tarihsel vahametini hafifletmekten öte bir işe yaramayacaktır) ona altın tepsiyle sunduğu bir fırsatı
3b- (bu fırsat, Selçuklular döneminden başlayarak neredeyse sadece Marmara Bölgesine sıkışıp kalan devasa ve stratejik Bizans İmparatorluğu’ndan geriye ne kaldıysa -Constantinopolis- onun komşusu / doğal rakibi / öğrencisi / halefi olmaya da indirgenebilir) yakalayıp
3c- (bu başlı başına bir zaferdir tarihte, kutlanacak tarihi olamayan, tarihi belirlenebilir bir şey olmayan), Bizans soylu aileleri ve yönetici sınıfın
3d- (Paleologos –yıldızlı göklere hükmeden İsa’nın doğumunda bulunmuş “rois mages”-, Commagenos –sentez üstüne sentez yapan ey Anadolu etnik halklarına hükmeden yeryüzü kralları) siyasi dehalarının
3d- (yönlendirmelerinin, öngörü ve kendilerini –Papalık ve özellikle de istilacı Haçlılardan- savunma mekanizmalarının) ve pragmatizlerinin bir sentezi
3e- (yeni ek bir sav daha: Osmanlı, Bizans’ın bir sentezi) olarak Batı’ya açılma şansını buldu.

Edirne’nin bir garnizon kenti olarak kullanılarak “göçebe savaş makinasının” (G. Deleuze) Başkenti haline getirilmesinde hiçbir komplekse sahip olunmadı: Edirne’yi alan Varna’dan bütün Tuna boylarına, Orta Avrupa’ya, Macaristan, Moldavya, Avusturya, hatta Polonya’ya kadar etkili olabiliyordu. Vice Versa: Kuzeyden bakınca da Ruslar için aynı durum söz konusuydu.

Dolayısıyla, “molar” aktörlerin kimliğinden bağımsızca, aslında ortada “minör” (önemsiz anlamında değil, tam tersine derin ve esas belirleyici anlamında -G. Deleuze) diyalektiğin iki unsuru savaşıyordu:

4. Tarihsel Genel Sav:

Minör Diyalektiğin uzun vadesinde savaşan iki unsur: Bir yandan Papalık ve İznik (Konsili) teorisi (bu teori Bizans’ın fikrî zorlamasıyla, bir aktör olarak ona rağmen değil ama onunla hesaplaşmadan geçerek masaya konulmuştu: Ve artık “masa teorisi” olarak iş görecekti); diğer yandan bu baba-oğul-kutsal ruh teorilerine gülüp geçen köylü ve göçebe halkların savaş makinası: Slavlar, Bulgarlar, Makedonlar, hatta Luther ve Thomas Münster’den, Kalvinizmden ve yüzyıllar süren din savaşlarından sonra Slav-Almanları / ya da Alman-Slavları (daha sonra “Berlin’deki Ruslar” olarak, içlerinde Lenin’in de başı çektiği ama kendisiyle özdeşleştirilemeyecek Bolşevik Devrimi buradan itibaren kendi diyalektiğine, özellikle de bu yazının konusu içinde ele aldığımız Balkan diyalektiğine doğru yol alacaktı).

Şüphesiz, Slav halkı, onun bir yandan doğulu göçebe savaş makineleri olan Türklerle, diğer yandan da Alman-köylülüğü ve Teton Şövalyeleri’nin oluşturduğu savaş makinesiyle olan ilişkisi anlaşılmadan bu topraklar hakkında, dolayısıyla Balkan Sahnesi hakkında ciddi bir şey söylenemez. Ancak ele aldığımız bu sahnede ilave bir zorluk olarak Roma ve Helen faktörü de devreye girer ki, bütün bu “savaş makinesi barbar halklar”ın tarihinden çok erken bir dönemde farklı bir ara sentez geliştirmiş Roma İmparatorluğu taşrası veya hinterlandı olan bugünkü Romanya ve Mekadonya etnisitesiyle karşılaşırız.

Aslına bakılacak olursa, Osmanlı’nın önceleri fazla bir şey anlamadan girdiği bu topraklar Katolikleştirilemediği gibi bir türlü Sünnileştirilemedi de: Deliorman ve Tuna, jeo-stratejilerin, pakt ve ittifakların, kullanılma ve sömürülmelerin cirit attığı bu topraklarda Şeyh Bedreddin’i doğurunca, Osmanlı bunu (Şark’ta etkisinden kurtulmaya çalışıp bir türlü başarılı olamadığı bu bir tür Mesihsel “Şiiliği”) önce kendi iç hatasından, Anadolu’dan getirdiği yeterince Sünnileştirilememiş Türkmen halkların yeniden Alevileşmesi olarak yorumlayıp derhal bastırdı.

Osmanlı kendi iç isyanlarından bağımsız anlaşılamaz: İç isyanları ona bizzat kendisi gibi başkalarından diyalektik yoluyla miras kalmıştır: Roma ve Spartaküs ayaklanması bile Roma’yı anlamakta daha az önemlidir. Zira Osmanlı, başından itibaren, hep kendi dininin hem de başkalarının dininin (özellikle Anadolu evliya hrisitiyanlığının) ve sonradan da ilaveten Yahudi mesihciliğinin iç çatışmaları ve mezhep ayrımları üzerine kendi stratejilerini ve sentezlerini tayin ederek (olabildiğince) Osmanlı olmuştur. Ancak onun “molar” sentezleri, tarihte ondan önce sahneye çıkan veya çıkamayan “minör” dallanıp budaklanmaları üzerineydi, onlar içindi, dolayısıyla belirlenmişti. Buraya kadar bir sorun yok. Ancak diyalektiğin karar’a imkan bırakan “serbest bölgesi” diyebileceğimiz alanında, “ön okuma” ve “iyi okuma” gibi mahşerin en azından iki atlısıyla yol alınır…

Osmanlı’ya, erken bir dönemden beri iç içe olduğu Bilecik, İznik (yani Bithinya ve Nikozi) bölgelerinde, bizzat Bizans’tan ve onun üst kurumlarından formel devlet yönetim ilkelerini, ve belli bir arazi ethos’unu (habitat) alırken, sünnî-muhammedî akideleri de, yani Mısır, Bağdat ve Şam halifelerinin en parlak dönemlerinde bile henüz kansız halletmeyi beceremedikleri bir şeyi de bayrak açar, sikke basar gibi hutbede de gözetmesi talep ediliyordu. İşte bizim “çifte bağlanma” (double bind) veya “çifte düğün” diyeceğimiz şey de budur.

Konya-Karaman, Anadolu’da Selçuklu’dan miras (ama hangisinden? İyisiyle kötüsüyle kendi diyalektik çelişkileriyle; Beyşehir, Karatay ve hala yarası kanayan bir Kubad Abad efsanesiyle) son kale gibi, büyük ağabey gibi, keskin gözlü ama savaşa pek niyeti olmayan bekçi gibi, oradan, olduğu yerden (sonradan misliyle ödetilecek Balkanlara zorunlu göç politikalarından önce) ayrılmadan gözlüyordu.

Eski Aziz Başkent Konya (o Sezar’ın garnizon kenti Cesaeria/ Kayseri gibi değildi) şunu bilmek istiyordu: Osmanlı’ya, Moğol istilalarından sonra, (Konya’nın) biraz daha kendine güvenini yitirerek, Horasan’a, İsfahan’a ve tabiî ki Hicaz’a (güvenli olmayan Bağdat ve Şam, hatta Necef ve Kerbela’ya yan gözle bakarak) ajanlar veya hacılar göndererek kendi hinterlandını takip etmeye çalıştığı sırada, akın akın hala gelmeye devam eden Türk boylarını kontrol, iskân ve köylüleştirme misyonu bırakılabilir miydi?

Osmanlı, neredeyse Ergenekon’dan efsanevi çıkıştan beri İranlı ağabeylerinin kendisine telkin ettiği bu mesajı aldı ve tavizsiz göç kontrol politikalarını, Bizans’ın bile Anadolu’da sonuna mal olan bu meseleyi birinci elden ağabey olarak ele aldı (Batı Roma ise bu sorunu Anadolu’da garnizon olarak kullandığı kentlerde hem yerli Kürtleri hem de Türkleri istihdam ederek, kendi liberalliğiyle bir dereceye kadar çözebiliyordu): Erken Osmanlı hem Bizans hem de Konya-Hicaz-Halife eksenli politikaların (veya telkinlerin) taleplerini “ön okuma”yla anladı: zayıf kuş ona teslim edilmişti: Moğol ve Haçlı seferlerini önlemenin tek yolu Anadolu’yu yol geçen hanı olmaktan çıkaracak bu politikalardı. Osmanlı’ya bir “ön okuma” verilmişti de acaba bu “iyi okuma”, yani yeterli okuma mıydı? Elindeki medeni kanun şeriatı, sadece şehirleri dört kısma ayırıp Yahudi, Rum, Ermeni ve Müslümanlara kendi şeriatlarını uygulama izni veriyordu; ama bu kentlerde, en azından Yavuz Selim’den sonra, yerleşik Aleviye yer yoktu: onların meskun edildiği yerler Türkmenlerle aynı dağlardı.

Hal bu ki, Abbasiler, Emeviler, Fatımilerin, Büyük Selçukludan sonra da zorunlu olarak bazı Anadolu Selçuklu beyliklerinin anladığı gibi “Haçlılık”, askeri değil ama manevi kaynağı itibariyle basit bir mesele değildi (Emeviler ise sorunu şu şekilde çözmeyi denedi: madem Haçlılar bize geliyor, o zaman biz de onlara gidelim diyerek eşsiz Endülüs deneyimini yaşadılar, yaşattılar). Haç yorumları etrafında gelişen şövalyevari manastır fikriyatı, çoğu zaman heretik karakterde olup Moğol ve zapt edilemeyen Türk göçmen sorunundan daha derin bir takım ayrımları içeriyor ve Şam’ın, Bağdat’ın içinden çıkamadığı, uykuda bırakılan Kudüs’de de uyanmasından çekinilen batınî bazı fikirleri besliyordu. Bu ise, Bizanslıların kibri için sevimsiz ve barbarca, Türkler için İstanbul’u alıp Üçüncü Roma yapamadan gerisin geriye evlerine dönmek, Araplar için ise dinin sonu gibi bir şeydi. Ama işin aslı bu değildi. Ve asl’olanın kıyısında kalınca tarih anlaşılmıyor.

Peki bu fikirler neydi, nereden kaynaklanıyor ve nerede uyandırılıyordu? İznik ve neredeyse çağdaşı Muhammed bunların önünü neden tam olarak alamamış, köklerini kurutamamıştı? Bu okumayı Osmanlı ülemasının yapabilmesi çok zordu; ama Arap ve bir ölçüde de Farisi bunlar içinde kavrulmuş oldukları için bu konularda uyanıktılar. Esasen bütün Anadolu, bütün Balkanlar, Hazer, Farslar tarafından medeniyete dahil edilmiş Horasan Türk ülemalar, Slavlar, Alman köylüleri, Endülüs bile bir bakıma bu konularda uyanıktı: Araplarda ve Türklerde, özellikle Horasan’da Felsefe, Bilim, Batıda ise Şiir, Şövalye edebiyatı canlıydı. Bunlar daha sonra “fuzuli” olarak görülmese de kelam altına gizlenecekti. Osmanlı iyi askerdi belki ama dilini ve gönlünü Arabi ve Farisi’ye kaptırmıştı. Farabi, İbn-Rüşt uyanışları olmasa Yunanî ilimler iyice halı altına süpürülecekti.

Roma’nın yıkıldıktan ve heterojen ve egzotik fikirlerle dolu bir coğrafyada son mesihciliğin İsevi zaferi yayıldıktan sonra X. yüzyıl mesiyanizmi hala canlıydı. Tarihe İskender’in boşa kılıç sallamasından sonra yön verecek bir kılıç artık manevi olmalıydı: İskender, sadece halkların kolayca fethedilebilirliğini göstermiş ama henüz ne Roma eklektik sentezini ne de başka bir birliği sağlayamamış: liberal olma dışında, Roma’ya devredeceği bu ilke dışında, en fazladan Aristocu gramer ve kategoriyal ayrımların ihsan ettiği bir adalet duygusu ve hukuk dışında, formel olma veya formel kalma dışında, halkların phusis’ten kaynaklı taleplerine gene bu halkların yanıt bulmasını beklemek dışında önerebileceği, önerse de kabul görebilecek bir şeyi yoktu.

İşte halklar aslında kendi kendilerini beklemekteydiler…

Manastırlar, münzeviler, keşişler, Helen Stoa ekollerinden sonra bunun için vardılar: derin iç görüler, rüyalar ve manevi merhaleleri kat ederek alınan uzun yollar dışında, hastalıktan, korsanlık ve eşkıyalıktan zarar görüp öldürülmek dışında ortada talan edilecek zenginlik de kalmamış gibiydi: bekleme için güzel günlerdi, bu da bol yün, süt, taze et, sebze veriyordu…Peki bunların vergisini kim toplayacaktı, eşkıyadan halkları kim koruyacaktı. Osmanlı, Mesihsel düşlere aldırmadan yerleşik topraklarda kaymakamlık ve valilikler, ileri karakollar tesis etmeyle buralarda hâkim oluverdi. İşte bizim formel ve “molar” iktidar dediğimiz şey de budur, ve Roma’nın son dönemlerinde icat edilmiştir. Osmanlı da bu konsepti aldı ve uygulamaya koydu. Oysa Horasan, Artuklu başka modeller deniyordu… Hepsi Afgan cehenneminde yok oldular, resimleri, minyatürleri, Harezm stilleri bile gizli gizli taklit edilmekle yetinildi…

Oysa Roma kendi dinini revize etme pahasına bile kendi hinterlandını ve bunun askeri, mali kazançlarını sürdürebilmeyi başaramamıştı. Dini revizyon- liberalliğin pagan –çok tanrılı bir dinin- kanadının bu çok tehlikeli açılımı bazı gizemci eköllerin pratiklerinin hızla yayılmasına yol açmıştı: Museviliğin yekpare olmayan tekelini İsevilik kırmış ve hızla dünya dini olma yolunda dünyayı hellenistik-latin eksen etrafında birleştiriyordu.

Hristiyanlık Orta Doğu’da doğsa bile hızla Anadolu’da şekillenmiş, adeta bir ilaç gibi gelmiş, oradan da bütün Latinceye benzer bir şey konuşulan halkların görsel ve içtimai grameri haline getirilmişti. Mesihsel tutkular ancak bu yolla bir müddet dizginlenebilirdi: Makro kozmoz ile Mikro kozmoz tinsel bir evlilikle evlendirilip “Oğul dini” inşa edilmişti: Teorik İznik çözümü buydu. Gerisi ise Yahudilere bırakılması gereken ayrıntılardı: İslam bu boşluğu anladı, İsevi alegoriyi Yahudilerin peygamberlerine yeniden sahip çıkarak parçaladı (bunu yüzyıllar sonra aynı yolla değil belki ama, bu kez matbaa makinesini kullanarak Reform ve Protestanlık yapacaktı). İman (kadim olan, İbrahim’inki) yeniden tesis edilmiş, ama artık formel olmadığı için elde bir “iyi ahlak” ve “medeni kanun” olan şeriatle, çok fazla yerel uygulamalar (şeriat) içeren bir tektanrıcılıkla Roma-Hellen, hatta Slav coğrafyasında hakim olmak, evrensel din olmak çok zordu.

Bizans bile, Batı-Roma’dan koparak Doğu-Roma’yı kurma pahasına bir Doğu-Hristiyanlığı versiyonu geliştirmek zorunda kalmıştı. Halklar sanki kendi meşreplerine uygun bir din talep ediyor, en eksik oldukları yerden kamçılanmak istiyorlar; kamçıyı da önce komşu kabilenin yediğinden iyice emin olmak istiyorlardı. “Önce kendini kamçıla” fikri gerçek bir fikrî-ahlakî ilerleme için her sağlam tek-tanrıcılığın ve hatta evrensel olmaya aday Budizm’in bile üstün düsturu olmalıydı.

Tarihsel de olan ama tarihin basit bir ürünü olmayan diyalektik ikilemin unsurları kısaca şuydu: “Önce diğer halk denesin kamçıyı” ile “hayır sen kendinde denemeden onu da kendisini kamçılama fikrine asla ikna edemezsin”. “Hayır” diyen antitez, tarihi hareketlendirdi, farizyanizm (Pharisianisme ve Philistinisme) sona erdi. Tanrı artık bedenden geçecekti: Gerek İsevi imanın beden bulma öğretisi yoluyla, gerek ise bireysel ahlakın bireye bırakılamayacak bedensel-tensel şeriatıyla (İslam)…

Beden, içsel çelişkilerinden arındırılmış şekilde alegorize edilen antik beden sanat tarihinden kapı dışarı edildi: kimse ideal bedenle ilgili değildi artık. Zira kendi bedeni ve ona reva göreceği işkence veya özen onları artık birinci derecede meşgul ediyordu. Zaten bereket figürleri dışında pagan dünyada da resmedilmeyen kadın bedeni, bu yeni ağır beden politikasında kadının elinden bir kez daha alındı, politika yapıcısı erkeğin gözetimine bırakıldı. Meryem ve Magdalena figürleri İsevilikte bu eksiği doldurmaya çalıştılar, ancak doğurganlık retoriği (kutlu doğum) kendi pagan sentezinde bunu zaten gerektiriyor veya öngörüyordu.

Ne iyi ki, ne İsevilik ne de İslam yekpare olamadı, fikir alışverişleri bereketli modellerin hızla ortaya çıkmasına ve aynı hızla da bastırılmalarına yol açtı. Kırbaç dışında da çözümler vardı, esas mesele kırbacı Mısır Firavunlarından beri resmedilegeldiği gibi hükümdarın elinden gerçekten alabilmek, kendi tinsel kırbacını içselleştirebilmekti: Bunca siyasi ve dinî savaşın asıl sebebi asla bu olamadı tabii, ama dolaylı sonucu hep bu oldu. Ne de çok hükümdar eskitti bunun için dünya…

KAYNAKÇA:


-“Thèmes et sujets bogomiles dans la littérature médiévale écrite et la tradition”, Moscou, Deka- VS, www.recherches-slaves.paris-sorbonne.fr/.../...
Revue: Slavica Occitania, chez Dany Savelli (24 rue de Bayard, 31000 TOULOUSE):

-“Bogomiles et Cathares” (N.16), Direction : Jean Breuillard, Professeur de Slavistique à l'Université de Paris-Sorbonne
ARTICLES

-Sava Andelkovic (Docteur en Slavistique, Université de Paris-Sorbonne)

"Le dualisme bogomile dans La Lumière du microcosme du prince-évêque et poète P.P.Njegos"

-Petar Anguelov (Professeur à l'Université Saint-Clément d'Okhride de Sofia)

"Les principes moraux des Bogomiles

-Jean Louis Biget (Professeur émérite, Ecole Normale Supérieure, Paris)

"Les bons hommes sont-ils fils des bogomiles ? Examen critique d'une idée reçue

-Edina Bozoky (Centre d'études supérieures de civilisation médiévale, Poitiers)

"Le "Livre secret" des cathares : un lien entre l'Orient et l'Occident

-Anne Brenon (Archiviste-paléographe, Directrice honoraire du Centre d'Etudes cathares, Carcassonne)

"Le sermon des hérétiques. Mode et pratique de la prédication cathare méridionale aux XIIIe et XIVe siècles d'après les archives inquisitoriales

-Philippe Carbonne (Professeur honoraire de l'Université de Toulouse Le Mirail)

"Joan Bodon (1920-1975) et les "Bolgres"

-Dimitrinka Dimitrova-MARINOVA (Département de littérature médiévale de l'Institut de littérature près l'Académie des sciences de Bulgarie)

"Thèmes et sujets bogomiles dans la littérature médiévale écrite et la tradition orale bulgares

-Théophanis Dracopoulos ( Institut de théologie orthodoxe, Genève)

"L'aspect ascétique du bogomolisme

-Jean Duvernoy (Historien)

"Les noms et la chose

-Ylva Hagman (Professeur à l'Université de Lunde, Suède)

"La cosmogonie de l’ Ecclesia Sclavoniæ et les controverses sur la Charte de Niquinta

-Pilar Jimenez Sanchez (Directrice du Centre d'Etudes cathares, Carcassonne)

"Le catharisme : une origine orientale à deux tendances?

-Hanifa Kapidžič-Osmanagič

"Mark Dizdar, poète hérétique

-Françoise Lesourd (Université de Lyon III)

"Le catharisme dans l'œuvre de Lev Karsavin

-Hélène Menegaldo (Université de Poitiers)

"Boris Poplavski, ou la tendance gnostique

-Annisava Miltenova (Professeur, directeur du Département de littérature médiévale de l'Institut de littérature près l'Académie des sciences de Bulgarie)

"Littérature apocryphe bogomile et pseudo-bogomile dans la Bulgarie médiévale

-Vesselin Panayotov : (Département de littérature médiévale de l'Université de Choumen)

"La vie de Pionios

-Sylvain Patri (Université Louis Lumière, Lyon II)

"Le nom de « Bogomilu »

-Jordan Plevnes (Ambassadeur de la République de Macédoine en France, auteur du scénario du film Le Livre secret [Interrogatio Ioannis] actuellement en cours de tournage près de Toulouse et en Macédoine)

"100 minutes pour 1000 ans, ou Voyage entre la copie et l'original. À propos du scénario du film Le Livre secret

-Julien Roche (Archiviste-paléographe, Conservateur de la Bibliothèque de l'I.U.F.M. de Lille)

"La Charte de Niquinta : un point sur la controverse

-Franjo Šanjek (Professeur à l'Université de Zagreb)

"Chrétiens bosniens : un amalgame de catharisme et de valdéisme

-Patrick Sériot (Profeseur à l’Université de Lausanne)

"Jamais l’Un sans l’Autre (Bref éloge du manichéisme)

-Paul-Louis Thomas (Professeur à l’Université de Paris IV)

"L’église médiévale de Bosnie était-elle dualiste?

-Georgi Vassilev (Sofia, Docteur en philosophie et en philologie)

"Idées et images dualistes dans l'œuvre de William Tyndale

-Francesco Zambon (Professeur à l'Université de Trente)

"La doctrine du monde supérieur chez Jean de Lugio et les “Albanais”

-Paul Castaing : "La formation du vocabulaire de l'architecture religieuse en Russie

-Hélène Menegaldo : "Les Russes à Berlin (1919-1937)

-Viviane Andrieu : "Bismarck et la question polonaise

-Michel Duc Goninaz : « En Pologne, c’est-à-dire nulle part ». Réflexions sur les origines de l’espéranto

-P. Caussat, D. Adamski et M. Crespon, "La langue, source de la nation. Messianismes séculiers en Europe centrale et orientale (du XVIIIe au XXe siècle)", Sprimont, Berlgique, 1996, par Roger Comtet

-J. Le Cann, J.-F. Le Cann, P. Combot et J. Huard, "Un Breton chez les Bolcheviks. Le carnet de Jacques Le Cann, de Logonna-Daoulas, à Moscou en 1917-1918, Montroules/Morlaix, 1993, par Sylvie Martin

-Olga Cadars : "Le fonds russe de la Bibliothèque de l’Université de Toulouse-Le Mirail

-Roger Comtet : "Vins d’Occitanie et tradition russe

-“Les innovations bogomiles et la proto-renaissance italienne”, The University Bishop Constantin of Preslaw, Shumen, Bulgaria, awarded Mr. Jean Duvernoy.
- “Bosna’da ve Balkanların farklı yerlerinde de rastlanılan hareket, Bogomile adlı bir Rus papazın kışkırtması ile X. yy. ikinci yarısında başlamıştır”. (www.insanveevren.wordpress.com)









18.08.2012

Déconstruction d'un Tableau de l'Archange Gabriel à Cordoba



Après “L’arbre des Apôtres”, deuxième tableau qui m'interesserait, parmi ceux qui se trouvent dans la Cathédral-Mesquita de Cordoba (premier à droit après l'entrée principal) est dédié à l'Archange Gabriel (Cebrail A.S.) qui est le protecteur de la ville de Cordoba.


L'analyse sur place, vite faite, est confirmée par la suite (cf. Mystériques, "La Théorie des Cieux selon l'Archange Gabriel -par sa propre plume", le 17 Août 2012, İstanbul) quoique énigmatiquement... Par la plume encore... Cette fois encore comme un appareil scriptural...

On voit deux plans séparés dans ce tableau: haut et bas... En bas (terre des mortels, celle des croyants malgré eux, etc) un évéque ou un dignitaire réligieux se plie devant Gabriel qui est inspirateur de premier ordre des Evangiles, pour ne pas dire celui qui les dicte ou préside à leur écriture (peut-être à toute sorte d'écriture). Et le religieux, avec son livre ouvert devant la Croix et les autres ustensiles qui servent à la Messe, donc sur l'autel, se plie pour peut-être demander des conseils ou des remèdes (deux petits anges en haut tiennent à leur mains cette inscription comme un incipite "Medecine Dei" -medecin de Dieu-, comme qualificateur même de Gabriel, messager ou médiateur comme Hermes entre les hommes et Dieu, ou la sagesse suprême: une sorte de traducteur, usant comme "pharmacon" de l'écriture: pour ne pas dire un "dieu" au sens de "divinité" d'écriture, maître de ce "supplément dangereux") pour la bonne comprehension des Evangiles devant cet ange.

Gabriel est catégorique: il indique d'une main les anges-enfants, qui tiennent également à leur main des inscriptions (que je ne déchiffre que le nom de Raphael, comme le présdigitateur de toute la scène). 1ère interprétation possible: Gabriel repond d'un signe de main qu'il faut se détourner des écrits, ne pas tomber au piège des dignitaires juifs qui ne se fiaient que ce qui est écrit, et obéir au nouveau sens de Foi-Amour en contradiction avec les Lettres, et aller directement vers les "petits" comme Jesus nous a enseigné. Visiblement correcte, mais l'aporie s'annonce avec les insriptions portées par les enfants: s'il s'agissait d'auto-référentialité du tableau qui ne renvoit qu'à l'ensemble du tableau à travers la geste de main de Gabriel, alors dans ce cas Gabriel ne repond pas véritablement: mais constate le fait par la performativité de sa main: c'est à dire l'act d'écriture...


Alors, qu'est-ce qui se passe dans l'étage en haut: sauf les enfants-anges, tout le monde en haut sans exception tiennent à leur main une plume d'écriture. En haut, c'est-à-dire dans le passé céléste, tous ceux et celles qui ont écrit ont sent cette difficulté d'écrire ou décrire la foi ou la sagesse suprême. La foi a besoin visiblement de ces apparâts d'écriture, et n'arrive pas s'en passer, mais elle indique, comme un guide, au delà de ce qui s'y écrit ou vu, peint, etc.

Voilà ce Gabriel d'écriture et le protecteur des enfants nous montre d'une main cette vieille aporie: dissolution des écrits des juifs (la Loi) selon nouveau ordre de Foi-Amour -et- l'obligation de l'écrire, si c'est possible sans tomber dans le même piege...
Quelle est alors la "nature" de cette nouvelle foi? Alors la reponse vient non pas de Gabriel lui-même, mais de ce petit ange qui se trouve en haut à gauche: Un enfant toute rouge pèche un gros poisson en transformant toute la scène, tout le monde d'en bas en un grand milieu aquatique, à part entière submergé dans le nouveau élément de Foi: eau!


Quelle eau? Ou plutôt où est l’eau? Alors qu’ il n'y a ni mer ni rivière, un baptême sans eau submerge les nouveaux croyants "comme s’ils venaient d'être nés", et tout y est péché/ pêché comme ce gros poisson pendu au beau milieu de la scène -indiquant et Jesus et Gabriel- et par là même sauvé, comme “nous”...

Si mon interprétation n'est pas exhaustive, elle baroque comme manigance même de ce tableau...



14.08.2012

L'Oreille du Touriste/ L'Oeil du croyant: Et l'existence Et l'abîme...

Espagne, mon nouvelle amour, et ses touristes italiens de crises conjoncturelles, et quelques jeunes français en chômage ou en stage éternelle qui s'y perdent ou qui s'y retrouvent dans les monts gîtans de Sacramento de Grenade, ont laissé -libéré ou réanimé- dans mes oreilles comme échos toutes les nuances de génie des langues latines, qui était restée à vrai dire pliée (ou célée) dans les consonnes imprononçables (autant dans mon esprit que dans la langue historique elle-même) sur elle-même -je veux dire dans celle (la génie) de la langue française- dont la maîtrise, seule entre tant d'autres, m'était donnée -par vous- comme cadeau...


De surcroit, Il/El(le) des articles franco-italiano-espagnole faisant rendez-vous avec "el" de l'Arab d'Andalousie... On était comblé venant d'autre bout de la Méditerrané (mais non pas malheuresement de Damas ou de Bagdat des Emévits, en tout cas pour l'instant)...

J'ai vu même l'Or abondant envoyé de Byzance sur le Mihrab (chef-lieu tourné vers Kiblé -à Mecque-) de Mosqué de Cordoba, en forme bien-sûr mosaique (roses foncées, verts foncés et beaucoup de noir en attendant la couleur poupre)... Où l'oeil se perd dans l'infinie abîme du Suprême sans autre colifichet (esprit faisant l'abstraction du "supplément" catholique) de circonstance de l'existence, pourtant les deux, elles-mêmes restant historiques (Et l'existence Et l'abîme)...      



(une sorte d'"âtre" en forme de Tabernacle)"êtres" ou "aîtres"...

Histoire ainsi conjecturée, nous prîmes alors nos congés de Rôme -dû à la nécessité du hasard, à cause d'une escale aviatique, pour revenir à celle, nôtre, de l'Empire d'Orient, qui n'était encore qu'une autre escale dans l'Histoire, comme chacun de nous...  

Quant à Istanbul, tandis elle était en plein bouleversement au niveau de circulation au mois de juillet à cause de travaux de Hercule en cours, elle s'est accalmie un peu au mois d'août avec une langeur et mollesse de Ramadan: un peu de Spleen-Août avant les rentrées hardies de masses estudiantines...  

Je ne t'userais pas bien-sûr à Istanbul dans les boulots de mecs (y a beaucoup qui chôment et sont préts à peindre ou  barbouiller les intérieurs des immeubles, et même les touristes français qui y font la péche à la ligne dans le eaux qui leur sont inconnues, par heure pour nos petits poissons, et grimpent sur nos figuiers saints pour savourer nos beaux fruits de la saison), mais tu vas surement effleurer de tes mains et de tes yeux "my rustic home" avec ce goût de féminité qui y manque pour de vrai...  



Veux-tu alors venir dans les dédales de mon esprit, alors que je m'apprête à prendre mes congés -encore- Et de moi Et de ma ville pour les fraîcheurs de -toujours- nouvelles eaux? Et pourquoi pas alors à deux, à trois, et à pas dançant en cadence? Je sais bien que la vie n'est pas une "dance de tapis" (comme on s'est aventuré d'exécuter chez Patrick et toi), ni qu'il n'y a ici des "tapis volants" à peu de frais; mais parce qu'on est libre et encore en vie...

Voilà mon songe de ce matin...

Merci

3.08.2012

Cerveau, c'est quel monde? / Beyin, hangi dünyadır?

''Le cerveau, c'est l'écran'' (Deleuze)

 "Beynin bir ekran" olması düşüncesi bana hala tuhaf ve sanki sorunlu görünüyor.



Bergson "herşey imge" derken, aslında bunu küçümsemek için söylüyordu: Düşünce denilen şey zaman içre bir fenomen olup beyin denilen nesneye, yani imgeler arasında bir imgeye indirgenemez FİKRİ, bana daha bergsoncu görünüyor.



"Ekran" bugün anladığımız anlamda düşünceye indirgenemeyeceği gibi, düşüncenin ekrana ingirgenmesi tehlikesini yaşıyoruz belki de. Hekzagonal küre şeklinde sinema gösterim alanları (Géode, Paris) olduğunu bilmemize rağmen. Sıradan algısal inançlarımızı (foi perceptive) tedirgin eden daha karmaşık algı deneyimleri şüphesiz "düşünce"yi de kışkırtacaktır.



Örneğin, bu yaz Kordoba'ya gittim. Dar sokaklardan Katedral-Cami'ye (Mescit/ Mesquito) doğru ilerleyip birden nehri, üzerindeki devasa köprüyü, zafer takını ve bir meydanı keşfedince, bu herşeyin birden bire ve ilk kez belirme anında vecd (fascination) halindeyken ağzımdan şu sözler döküldü:
"Asla -en azından bugünkü teknik koşullarda- bir fotoğraf makinası, ya da herhangi bir teknik yordam benim (daha doğrusu mimari ve mekansal düzenlemenin -dispositif- benim o an o noktada bunu hissetmemi sağlayan dehasının kışkırttığı ben'im) şu an sahip olduğum bakış açısına sahip olamayacak".
Bu görsel deneyim (köprüyü ağır ağır ilerleyerek, mekanın ve suyun çağlamasının şiddetinin, verdiği serinliğin, mekan ve derin ufuk hissinin -mode composé- tam bir çevirisi olamaz) şüphesiz sinema gibi teknik yordamları daha da mükemmel olmaya kışkırtacak ilerde: Ancak iç deneyim'in dış deneyim'le özgül buluşma anında oluşan sentez, bir kristal gibi -hem formel hem de inform- karmaşık bir yapıya sahip olmaya devam edecek...

Örneğin şu şiir:
"J'ai donc "vécu" deux rêves:
l'un auguste, l'autre sombre,
là où Chronos n'a plus de règne,
l'un traversant l'autre de mille façons
Sigmundo!"



Chronos hüküm sürmüyorsa, ebediyet gibi bir şey (Platon, zamanın ebediyetin -aion- bir imgesi -icôn- olduğunu söylüyordu), bir tür hemzaman olma durumu veya karmaşık (synthèse disjonctif) bir senkroni olsa gerek...

---

Les éléments d'une analyse:

Allusion faite à une pièce célèbre de Caldéron ("La vie est un songe", XVIeme) où le roi fait vivre à son fils heritier deux rêves disjonctives: ainsi le fils anticipe la régence avant de devenir roi (Après cette expérience, il n'est plus cruel au sens mondain mais droite au sens moral-inhumain, etc).



Drame, trame, dream, Traumspiel (Drame Baroque Allemande, W.Benjamin)...

Le fils -dans le pièce de Calderon- s'appelle Sigismondo...

Specialist en rêve, Freud porte le prénom Sigmund (nom trop juif encore bien qu'il soit defiguré par lui-meme de Sigismund).

De Caldéron à Freud, drôle de chemin faite dans les synthèses transversales...

Et puis mon propre rêve catégorique en Espagne sur les "catégories encore plus vide"...

Quel monde!

Sigmundo!

2.08.2012

JE VİENS D'ANDALOUSİA...

JE VOUS Aİ APPORTE DANS MES FRANGES LES "SEPT SUSPENS"




YAMACIMDA SİZE "YEDİ ASKI"YI GETİRDİM



"MUALLAKAT"

(poèmes suspendus sur les murs de Kabe à Mecque avant l'Islam)



"Toute omission est lévée dans les temps apocalyptiques: Saigneur (Saignant/Saigné, en Sailli) "Ami de Dieu a été légué à ses enfants sur les nations-tribus QUİ NE SONT PAS ENCORE NEE (yet unborn)" "



(Citation de l'Evangile Apocryphe de Saint-Thomas)







I- "Que des fois soit joué ce drame dans des langues inconnues des peuples qui ne sont pas encore":



Fin d'épilogue (tournure de phrase ou formule récitée à la fin de toutes les "drames" ou des "dreams" au sens de "Traumespiel" en Allemagne, et qui se jouaient pendant Sagrada Semana dans les Eglises d'Espagne), attribuée à tort ou à raison par moi à Shakespeare, comme si je suis né ou mort-né avec cette phrase, comme dans un rêve hors du temps...





2- "Je ne suis pas revenu tout à fait même que je suis parti"

d'Espagne, comme disait Rousseau pour l'Italie, rentrant seul:

Mais moi je vous dis...





3- Je ne suis pas revenu,

ni j'en reviens,

(pas) tout à fait,

même si,

je ne sais,

-SI-

je suis jamais parti pour l'Espagne ou pour l'Italie,

seul ou à deux...



4- Tant est baroque notre époque:

De Shakespeare à Caldéron,

en passant du côté de chez Cervantès

et de Mille et Une Nuit,

tel dormeur éveillé!

Dans l'ombre pâlie de Abul Hasam

Ô "La Vida es Sueno"!



5- J'ai donc "vécu" deux rêves:

l'un auguste, l'autre sombre,

là où Chronos n'a plus de règne,

l'un traversant l'autre de mille façons

Sigmundo!



6- Je vous disais donc mes
ami(e)s que je suis (re-)venu
dans les temps apocalyptiques
de Grenade, comme un fruit
trop mûri et d'un saveur prêt
à exploser!...


7- Je vous dixi que toute omission est levée:

Dans l'Ayuntamento de Grenade,

Grenade n'est pas une pomme-grenade,

et un fruit mûri n'est plus "mourir"...



Et un fruit mûri prêt à exploser et d'un saveur exquis,

je vous dis mes ami(e)s est Sauveur et n'est pas Sauveur,

selon la dialéctique des temps...



Combien y a-t-il José dans ce pays, San (sin) ou avec?

Il y a au moins deux Johannic,

l'un baptiste, l'autre évangélique...



Les enfants naissent à leur seconde vie

de l'eau et des mots...

Alak, dit le Côran

frères de chaîr...

Et de l'esprit?





LIBER SUSPENDU ou le Shariat interrompu:





VIII

Il y a un apprenti sorcier dans ma tête

il y remplit les seaux de chacune de douze catégories
avec une douzaine de nouvelles catégories,

encore plus vide...



Et ainsi je dors sans haleine

dans les plaines vides

de Grenade à Cordoba...
---

IX

On peut mûrir et mourir à Venice

et dans n'importe quel endroit,

mais d'une autre mort,

si le Lieu a eu lieu,

ou si Le lieu aura eu lieu:

Fin sans fin...



---

X

L'archéologie m'a aiguisé l'esprit et s'est échangée en Angéologie,

la moirure des potéries m'a rendu ma couleur pourpe,

si attendue depuis la disparition de chant de Sirènes...

---

XI

Fin sans Fin, couleur sans éclat:

vôtre tristesse m'afflige!

L'éclat du Monde, le Monde sans Eclat!

Qui va redonner son éclat au Monde?

Paix!
---

XII

Dans cette Litanie des mots que

vous auriez vôtre Poète ou vôtre Prophète

(selon vôtre Muallakat*),

ami (philos) de Sainte-Sagesse:

Philomenos (Philo-mens) ou

Douzième Imam!


* Dans la douzième catégorie, cryptonyme "muallakat" change radicalement de sens: "selon vôtre manière à vous de suspendre le monde" correspond à "comme non" (hos me) de Saint Paul. "Agir et concevoir comme si l'on était 'douzième imam'-chacun de nous sans (sin, with-out) nous- qu'on n'est pas/ou qui n'est pas encore né (yet unborn)"...(C'est ce qui vide -libère- /ou remplit encore plus les catégories -livres-...) Dans le Tasavvuf, c'est l'obligation ou la pratique du secret (sır, crypte) dans les étapes de l'enseignement initiatique... C'est ça le rêve (c'est du rêve!) ou la tragédie (tragos) du 'bouc émissaire'... C'est l'écriture du rêve.
Et c'est forcément une histoire du traite.


SOIS REMERCİE A PAULETTE DUVAL POUR SES PRECİEUX ET GRACİEUX TRAVAUX QUI M'ONT CONDUITS À ANDALOUSİA DANS MA "CONQUİSTADORE D'OCCIDENT" ("ŞARK SEFERİ")