28.08.2016

Tarihin Diyalektiğine Dair Savlar


Tarihin Diyalektiğine  Dair Savlar


 


(Bir gün Garb Seferi'mi de Şark Seferi'mi de tamamına erdirmek gayretiyle…)


Ne Şark'ta ne de Garb'da hiçbir şey göründüğü gibi değildir; ama tek bir farkla: Şark'ta göründüğü gibi olduğuna inanılır, Garb'da gizlenir.


İran'ı Şark'tan saymamalı, Şark'ın daha Şarkındandır: "Acem Oyunu" , "Sufî Tuzağı", Zerdüşt İmamı, Taziyesi, Yas'ı pagan Aklın Kurnazlığı'dır: Şark Kurnazlığı da literatüre geçmiştir.


“Felsefe sonsuza ulaşma isteğidir ve akıl sadece bir araçtır, amaç değildir. Diyalektik sadece böyle anlam kazanır”, demiş Ali Sait Sadıkoğlu.


Ben ise şöyle formüle ederdim:


Zaman ister baştan ezeli, ister sondan ebedi olarak belirlensin, yaşayan aklın aracısı ve yegâne kullanıcısı olan diyalektik bizi an'dan ve onun olumsuzluğundan çıkarıp bize sonsuzluk hissi, yaşayan ve hisseden akla da mânâ verir.


Sadıkoğlu şunu da soruyor ama ben konumuz açısından ikincil görüyorum: “En hassas mesele Zaman üzerinde düğümlenir. Zaman sonlu mudur Sonsuz mudur? Metafiziğin par excelence sorusu bu sorudur.”


“Herakleitos'un o sonsuz ve kaotik "akış"ını, Türkiye'den daha iyi bir şekilde tecrübe eden bir ulus daha var mıdır acaba?” diyor, diğer yandan Meçhul Muhayyel.


Bir çok halkı (ben ulus demiyorum) birbirine benzetir gözüken ve evrensellik iddiasındaki Tektanrıcılığa saygım bir yana, her halkın bir filozofu, her filozofun da bir halkı olmaması gerçekten bir mahrumiyet gibi görünüyor bana. Böyle olsa işlerimiz kolaylaşmış olacaktı; ama durum (Tarih) göründüğünden daha karmaşık…


*


Tektanrıcılığın psikanalizini yapmaya kalksak sanırım bunun elimizdeki en somut sonucu şu olurdu: "Kıskanç Tanrı", ilk gündemi "şirk koşmayı yasaklayan Tanrı" tipolojisi… Elbette, Çoktanrıcılıkta da her bir ilâh kıskanç ve insanî kaprislere sahipti. Tektanrıcılık, ilahlar dünyasında yapılmış bir darbedir (her halükârda buna “başarısız”, “attempt”, “failed”, veya tamamlanmamış darbe girişimi, “interrompu” demek daha doğru olsa da). Her tektanrıcı birey de aynı Tanrısı gibi kendisine şirke alerjiktir.


Aslında elimizde topu topuna iki Tektanrıcılık kalmıştır; sonuncusu ilkinin apotheos'u olan Musevilik ve İslam. Hristiyanlık ise kıskançlığı Tanrı/ Kosmos/ İnsan üçlüsünde (Teslis) böler, dağıtır…


Hristiyanlığın kendi açısından en büyük avantajı da artık bir Din olmasına gerek kalmamasıdır. Üzerine kendisini kurduğu ve kullandığı diyalektik onu bu Dünya ile handiyse özdeş kılar: Olumsuzluğun olumlu gücü! Bundan faydalanmasını bilerek “Hoşgörüye” doğru yol almasını öğrenir. Öğrenen bir pratik olması ise onun en önemli ve temel özelliğidir.


Bütün bu olumlu ve pedagojik praksis yönüne rağmen ve de belki de tam da bu nedenle, Hristiyanlığın diyalektiği feci kazalarla doludur: Nihayetinde, diyalektik ne bedava bir hediye, ne de otomatiktir: Teslis'in sözünü ettiğimiz metafizik üç ayağı (Baba, Kutsal Ruh, Oğul şemasına indirgemeksizin)  Tanrı-Kral (her ne kadar Doğu despotizmlerine yollanarak defedilmeye çalışılsa bile), Papa, olmadı Haçlı bireyi (Mücahit), hatta “Küresel”, emperyal, kapitalist Güç şeklinde –bu figürler veya tezahürlerde- eriyebilir.


Oysa bu figürler değil de bu Üç metafizik unsur birbirlerine teğet geçmeli, birbirlerinde kendilerini sınamalı, ama asla birbiri içinde çözünmemelidirler (Örneğin XX. Yüzyılın en önemli Yahudi filozofu Rosenweig Etoile de la Rédemption’da en çok bunun altını çizer. Ancak, unutmayalım ki o bir Yahudi tezi öne sürer, Hristiyanlığa teğet geçen bir tez).


Hristiyan diyalektik kıskanç olmayan, (Yunan Eros’undan ziyade eşitlikçi ve mütekabiliyeti içeren Phila (Dostluk)  veya ondan da ayrı tutularak bakışımsız (karşılıklılık içermeyen) bir ilişki biçimi olarak kavramsallaştırılan Caritas'ını (Charité: Hristiyan Sevgisi, Hayırseverlik, vb.) arar ve tesis ederken İki sapkın (hérésie) ile içsel mücadele içindedir. Burada altı çizilmesi gereken nokta, diyalektiğin sadece bu üç unsur arasında olmayıp diğer “sapkın” veya “sapmış” diyalektik hatalarıyla, belki de tam anlamıyla Kantçı manada “Transandantal Diyalektik” biçimleriyle mücadeleden, onlara rakip olmaktan kaynaklanmasıdır.


Şeyleri ve olan biteni hızlıca söylemek gerekirse, Hristiyanlık kendi içsel diyalektiğinde (Aziz Pavlus’un kurucu Mektuplarında izahından sonra) öncelikle YHW'nin hayaleti altında ezilen ve bir mezâlim edebiyatı içine garkolmuş bir halkla (Avrupa içindeki ve Metinlerdeki Yahudi ile) mücadele eder, onunla (köle ile) kendini ölçer, tartar, tanımlar ve özgürlüğüne kavuşmayı, Haçı, Çile’yi tamamına erdirmeyi, kurtuluşu, selâmeti arar. Bu minvalde makul bir sürede (100 yıl/ 300 yıl) din savaşlarıyla Din Reforme olur. Avrupa halkları Yahudiyi fiilen ve gündelik hayatta içlerine alarak, oyuna dahil ederek (diyalektik zaten bu) “Kutsal Metinleri” de sanki sınamış, tamamına erdirmiş olurlar. Bu savaşlarda amaç asla Yahudilerin fiziksel imhası değil (zira onlar kitlesel veya bireysel bir şekilde Protestan olurlar) iki Avrupalı arasındaki mezhep savaşıdır, daha doğrusu olamayan bir mezhebin şekillenmesi (binlerce diğeri, başta Katarlar, Bogomiller yok edildikten sonra) mücadelesidir.


Kısaca, Papalık figüründe diyalektiğin uğradığı feci kaza (Katoliklik; Latince anlaşılmaz ayin ve resimsel öyküleme ile alfabesizleştirilen halkların içselliğinin boşalması), Kutsal Metinler'in bizzat Milli Doğal Dillere çevrilerek (Lutherianizm, Protestanlık) özgürleştirici Tefsir'i (Exégèse) ile (Tevrat ile İncillerin zorunlu metinlerarasılığının ifşası, vb.) aşılmaya çalışılır.


Alman merkezli, hatta Almanca’nın Latin istilasından kurtarılması merkezli bu hareketin İngiltere’deki izdüşümü, bizzat Kral’ın en yüksek dini otoriteye sahip olduğu (Tanrı-Kral hayaletinin hortlaması) bir Devlet Dini’nin kurulması olacaktır. Bu diyalektiğin birden karşı kutbuna savrulduğu dev bir kazadır. Anekdotik olarak (efsane böyle çünkü) anlatırsak: Kral Edouard, Salisbury Kontesi ile dans ederken, kadının donu ya da jartiyeri düşer. Soyluların gülüşmeleri üzerine Kral “çapkın beyefendi” (galant) rolünde durumu kurtaracak bir cümle sarf eder (tabii ki Fransızca): "Honi Soit Qui Mal Y Vois" (Bunda bir kötülük görene lanet olsun) dini, yani Anglikan Kilisesi, yani Papalığın en yüksek yetkilerini taklit eden “Jartiyer Tarikatı” (Ordre de Jarrétières) böyle doğar. Bu abzürd din, bugünkü “Brexit”e eşdeğerdir. Kral kurduğu bu devlet tarikatında amblem olarak herkesin bu jartiyeri taşıma zorunluluğunu getirir ki, kimse donu düşen kadınla alay edemesin, herkesin donunun her an düşebilme ihtimali olan bir sosyal birlik kurulsun. (Hume, Locke, Intolérance üzerine ateşli nutuklar böyle doğar… İskoç Aydınlanması, William’ın Usturası, vb.). Britanya’ya Tanrı’nın “yürü ya kulum dediği” noktadır burası: Commenwealt başlar.


Tarihteki bu ilk “Brexit” vakası, bir yandan hâlâ Ulusal Birliği tam kuramamış, topyekûn Reforme olamamış, Katoliklerle beraber yaşamak zorunda kalan samimi (frommlich: pioneer) dindar Almanlara, öte yandan da Anglikan Kilisesi, yani Londra  tarafından kışkırtılan, her fırsatta “Bartelemy Gecesi” gibi katliamlarda koyu Katolik etkisindeki Kral ve Kraliçeler (Papalık tarafından Kraliçelik makamına getirilen Cathérine de Médicis) tarafından kıyımdan geçirilen Fransız yeni (“pieux”) reformelerine ihanettir.


Diğer yandan Papa önlemlerini Latin Avrupa’da almış, Karşı-Reform hareketini başlatmış, biraz derlenip toparlanan koyu Katolik İspanyol ve Portekiz'in Amerika'yı sözde keşfi (Endülüs’ün varlığına son verilmesi ve Konstantinopolis’in Müslümanlara geçmesiyle eşzamanlı), daha doğrusu işgaliyle (Conquistadore) gelen bol miktardaki Aztek-İnka altınları Avrupa piyasalarını Katoliklerin lehine çevirmiş ve Yahudi Tefecilere meydan okur hale gelmiştir. Yahudiler İstambol’a…


Bu kez diyalektiğin (birkaç yüzyıl içinde) Muharebe Meydanı Kuzey Amerika'dır. Fransız devriminden hemen önce İngiliz Kraliyet rejimine başkaldıran (New Amsterdam, New York, vb.), Fransız devrimi gibi laik veya dinsiz olmayan, ama bir çeşit Musevileşmiş (Kitabî) Hristiyanlık (Puritanizm) ile İngiliz Anglikanı İç Savaşı...


Avrupa’ya yeniden dönecek olursak, Şark ve Kudüs’ün rüyalarını süslediği gerçek İdealist, gerçek Romantik Haçlı Templier Tarikatı (Tapınak Şövalyeleri) bizzat Papalıkça yıkıldıktan sonra ortada kalan Dominicain, Franciscain, Jesuite tarikatlarıyla derin faaliyetlerine devam eden Katolikliğin de artık Avrupa’nın doğusundan Kutsal Toprakların en derinine kadar nüfuz etmiş olan Osmanlı İmparatorluğu yüzünden yeni diyalektik düşmanı Yahudi veya Protestan değil, kısaca “Turk” veya İslam'dır.


Kuruluş aşamasında (Abbasi, Fatimî, Eyyubî, Emevî, hatta Büyük Selçuklu döneminde, Beylikler döneminde bile), Templier tarikatının yoğun mevcudiyeti ve faaliyetleri neticesinde Diyalektiğin (Tarih Bulmacasının) ayrılmaz bir parçası olan İslam, Haçlı Seferlerini bıçak gibi kesmiş, Hint’le ticaret yollarının önüne set çekmiş Osmanlı varlığı söz konusu olduğunda, diyalektiğin  radikal dışını teşkil etmeye başlar. Batı ancak Napoleon’un Mısır Seferi ile tekrardan Şark ile buluşmayı başarır.


Osmanlı da kendi başlangıçlarında, Beylikler içinde sadece bir Beylik bir Timar iken, Osmanoğulları’nın binbir oyunu sayesinde, örneğin kendi kökenleri olan Kayı Boyu hariç diğer Türkmenleri dışlayıp (Hristiyanlığa terk edilmiş Gagaouz’lar bunun en çarpıcı örneğidir) her siyasi fırsatta Bizans Tekfur kızlarını Hatun edinerek Diyalektiğin (aynı o dönemin Bizans soylularının kendi açısından yaptıkları gibi, vice versa) bağrındadır: Rönesans, İtalya ile eşzamanlı olarak Bizans’ta Aziz Khora (Kariye) Kilisesi’nde başlayıp Makyavelci Müslüman fatihlerle (Süleyman Şah’ın kahramanca intiharı, Osman, Orhan Gazi: “savaş aristokrasisi”) devam etmiştir bir süre…


Daha Selçuklu (Aya Sülüs, Efesos) Beylikler döneminde, Moğol istilalarının “özgürleştirici ruhu” ile Diyalektik olarak Minyatür sanatı, Hind ve Pers’i aşıp gelen Hâmse geleneği, Mesnevi düzeni, en derin ve eski sufî örgütlenme şemasına göre ayakta kalan Ahîlik düzeniyle Şehir Devleti adap ve yönetimi ile şenlenen Anadolu Selçuklusu hâlâ diyalektiğin bağrında, yani Buhara-Endülüs üçgeninin tam ortasındadır. Bunlar olduğunda Bizans yanı başımızda idi, giderek Marmara bölgesinde hareket alanı daralsa, İznik, Sinop dairesinde sıkışsa bile… Anadolu Ermenileriyle de Türk için ne büyük ve ne uzun ekol idi…


Şiirsel bir şekilde ifade edersek: Buhara, Homs, Kazvin, Herat ve Pers, İsfahan, hatta Hind üzerinden gelen İslam diyalektiği Anadolu'da bir süre konaklar ve içsel Musevi, Aristoteles’i de yamacına alıp Endülüs'te çiçek açar. Bugünkü Afganistan, Kazakistan, İran sınırları bizi yanıltmasın…


Endülüs, hiç kuşku yok ki, İslam'ın kayan bir yıldız gibi parıldadığı Evrensel Barış umudu, İslam'ın gerçek Amerika'sı, Vaadolunan Toprağı'dır.


Bununla birlikte, bilineni diyalektik olarak ifade edersek: Kuzey Avrupa'da Reform'un başarısı, Karşı-Reform olarak bütün hışmıyla (bumerang gibi) Endülüs Barışını vurur: Yüz binlerce Yahudi Sefarat İstanbul'a sığınır


İslam ve Kitabı (Büyük Kompilasyon, Miksaj ve Sentez): Dünyanın bütün monoteizmlerini, öncelikle de Museviliği kucaklayacak kadar geniş Tefsir’i gerektirmiş ve bunu olanaklı kılmış, gerçekleştirmiş, bir şehir yerleşim planı olduğu kadar bir hukuk sistemi de tesis edilmiştir!


Ancak ne var ki, ellerde bir derleme sözlük, Kutadgu Bilig ve kılıçtan başka bir şey olmadan girdikleri Anadolu toprağında Türkler, en azından yönetici iradesi, bu Diyalektiğin işlemesi adına Türklüğü fesh etmek zorunda kalmışlardır. Sadece Türklüğü de değil, Medeniyet yolunda “İranlı ağabeylerinden öğrendikleri” bir çok şeyi de… İran, Farsça’nın estetize edici gücüyle etkisizleştirilmiş, edebiyata havale edilmiştir. Katmerli olarak bastırılan ise Afgan, Peştun, Özbek, Urdu, Peçenek, Karapapak, vb.


Türklüğün bu büyük “özverisine” (Kant'a göre asla değişmeyecek “karaktersizliği”ne) rağmen Arapça Kuran'dan, Şeyh Edep Ali ve "Eline, Beline, Diline" düsturu dışında bir şey anlamadıklarından, Osmanlılar en azından başlangıçta Bağdat halifeleri elinde oyuncak olmuşlar (dini hizipleri kılıçtan geçirmesi için Bağdat’a çağrılan Timur’un askerlerinden beri), bir tür "Saray Sünniliği" geliştirip (Fatih Sultan Mehmet ile de Rönesans sona erince) Yavuz Sultan Selim ile de Anadolu Şia Türklerini tarihten fesh etmeye başlamışlardır.


Anadolu'nun hâlâ içsel niteliğini koruyan Diyalektiğinin bu iptali, bir tür SS/ SA likidizasyon savaşı ile, Halifeliğin İstanbul'a getirilip Din tekelinin  kurulmasıyla tamamına ermiş olur.


Diyalektiğin kapanan dalları, tıkanan kolları (Alain Badiou) olsa da asla durmaz: Eski savaş aristokrasisi Derviş düzenine dönüşür. Ortaya Simavna kadısı Şeyh Bedrettin, Deliorman vakası, Sabatay Sevi mesihci hareketleri ortaya çıkar.


Tarihi hızlandırarak söylersek, önce Mora yarımadası, Kavala, yine büyük bir ihanetle (Kavalalı Mehmet Ali Paşa) Mısır derhal kaybedilir. Taksim'deki Topçu Kışlası'ndaki gerici kalkışmayı Selanik Hareket Ordusu bastırır, vb.


Bütün içsel birikime rağmen, Kapitülasyonlar'la Diyalektik taşıma suyla çalışırken (sürekli her antlaşma metninde öne sürülen Azınlıklar Sorunu, vb), bir “Karşı-Reform” hareketi olarak şeytanî plan uygulamaya konulur. Hamidiye Tugaylarının yerli Kürt nüfusuyla birlikte gerçekleştirdikleri  Ermeni Soykırımı!


İçsel diyalektik, I.Dünya savaşından sonra parçalanan ülkede Erzurum, Sivas ve Amasya Kongrelerinde geç de olsa çalıştırılır. Ancak devletin içine sızan soykırımcı İttihatçılar "Genel İrade Cumhuriyeti” modelini benimserler. Bu, ana fikri itibariyle Rousseau'cu, Voltaire'ci "Genel İrade" soyutlamasına dayanan geçici Cumhuriyet 1950'lerde, bugünkü bildiğimiz "Milli İrade" demokratik diktatoryası şekline dönüşüp halen de süregelmektedir. Diyalektiğin tek affetmediği şey de irade gaspı değildir.


 


(Bir gün Garb Seferi'mi de Şark Seferi'mi de tamamına erdirmek gayretiyle…)


2 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Yazınızda benim tweet olarak yazdığım iki cümleme referans vermişsiniz. Öncelikle nezaketiniz ve ilginiz için teşekkür ederim. Benim cümlemi alıntıladıktan sonra diyelektik ile ilgili olarak, kısaca, diyalektiğin bizi "an'dan ve onun olumsuzluğundan" çıkararak, akla mana verdiğini dile getiriyorsunuz. Diayelektik konusunda uzun bir yazı yazılabilir fakat burda fazla zaman almadan bir kaç fikri telgraf usuluyle yöneltmek isterim: diyalektik, bilindiği üzere, felsefe tarihinde daha sonra kanıtlama veya mantık aracılığıyla metafiziğin tek uğraşı veya yolu haline dönüşmüştür. Bu akıl merkezli metafizik tarihi bilim olma isteği olarak Husserl'in mantık araştırmalarına kadar sürmüştür. Metafiziğin sadece akıl ve mantık merkezli söylem olmasında şüphesiz platoncu diyalektiğin tarih içinde alıntılanmasının ve belli bir yorumunun rolü büyük olmuştur. Oysa ki felsefe en baştan beri en yakıcı ve en altüst edici arzusunu diyalektiğin bir araç olarak belirmesinden çok önce mutlak başkasına yani dünya ötesi aşkınlığa yönelmesinden almıştır. Felsefe'nin en büyük ve en baştaki arzusu bizi "hapseden", "körleştiren" "dünya" ve "beden" adlı mağaradan çıkarmaktır. Bu esaslı ve aşkın arzu, tarih içinde malasef akıl ve diyalektiğin kendisinin felsefe olarak belirmesiyle tıkanmış ve unutulmuştur. Sonsuzluğa ve aşkınlığa yönelik arzu bütün diyalektik ve akli belirmelerden ve metotlardan önce gelir; filozof bu arzuyu dile getiren ve münkün kılan kişidir; bilindiği üzere, bilgi ve diayelektik veya akıl hiç te sofistlerin ulaşamayacağı yollar değildir. Aşkınlığı yaşamak ve akıldan öte onun yolunu göstermek, yani hakikatin aşkın ferdi olmak ise sadece filozofa aittir. Saygılarım ve selamlarımla, Ali Sait Sadıkoğlu (düzeltilmiştir)

    YanıtlaSil