4.09.2012

OSMANLIYA DAİR SAVLAR -II

Eylül'de nihayet "fetret devri" bitip de çalışmamın başına dönünce, Çengelköy ve Bursa Konuşmalarının hasadını (Şark ve Endülüs-Garb Seferleri'minkini de) şu sonbahar günü daha tam olarak toplayamadan (bayramın birinci günü, sabah ezanından önce yazdığım o "Osmalıya Dair Savlar" ve sonra da alelacele yola çıkıp Bursa'ya seni ve sanki bir suçluluk duygusuyla Osman Gazi türbesini ziyarete gelişim), Endülüs'tekiler de dahil, konuşmalarımızın temel alt metinlerinden biri olduğunu senin vasıtanla gördüğüm Kıvılcımlı'nın “Bedreddin –Hus- İbn-i Haldun” makalesini (Sosyalist dergisi, 1966) heyecanla okudum. Bu metin o kadar alt (eski) ve temel ki, 20-22 yaşlarımda Nazım'dan ve bir kaç tarihçiden (başta Taner Timur) yola çıkarak heyecanlandığım Bedreddin konusuna -benim için şimdi önem kazanan- iki önemli bağlantı ile ipuçları sunuyor:


1-Bedreddin'in Konya'nın son Rumî padişahlarının soyundan gelme olasılığı ve bundan ötürü de bütün Osmanlı'nın Bedreddin konusunda "susmak" zorunda kalması saptaması son derece iç burkan bir saptama: Esas kurucu'nun Osman Gazi'ye bağımsızlık cevazı vermesi ve Mısır'dan kendisine "tuğ ve âlem" yollanması çok imalı bir şekilde Osmanlı'ya iktidarın esas sahipler tarafından bahşedilmesi anlamına geliyor.
"Osman Gaazi Karahisarı alırken, Sultan Alâeddin, kardeşi oğlu Aktimur eliyle Osman'a malzeme, veziri [paşa: Padişah oğlu] Abdül' Aziz eliyle de bağımsızlık buyrultusu ve Mısır hükümdarından Akbayrak, "tuğ ve âlem" göndermiştir. (...) İşte bu, Osmanlı Devleti'ne bağımsızlık buyrultusu getiren Abdül' Aziz Şeyh Bedrettin'in öz dedesidir". (H.K.)
Yani Bedreddin dahil, esas kurucular Osmanlı'yı hep uzaktan gözleyip ağabeylik vazifelerini yapmaya devam ediyorlardı. Bu bilgiler ışığında, Bedreddin'in katli tam bir "baba katli" (Freud) boyutları alıyor ki bunun teorik sonuçları 20yy. ilmi altında devasa ve hiç çalışılmamış sonuçlar içeriyor.
"Menâkız" : Henüz küçük bir ilçe beylikceğizi olan Osmanlılığın bütün şaşırtıcı atılganlıklarında Şeyhin dedesi Abdülaziz'in oynadığı öncülüğü alçak gönüllüce destanlaştırarak söze başlar." Yazarı da Şeyh'in torunu Halil'dir.

2-Bedreddin'in bizzat kendi babasının Mevlana'nın dergahında emir görevi yapması. ("Fena"(fillah yorumu) 1935-1966 yılları için sevimli bir devrimci materyalist yorum) Bu da Şeyh'in hiç de tesadüfen ve konjonktür gereği bir isyanın içinde kendisini bulmadığı, bunun çok derin bir projenin bir safhası olduğu tezini sağlamlaştırıyor. Makalede "İsmailiye Fırkası" ("dinsiz") ismiyle anılıyor ve derinleştirilmeden bırakılıyor. Zira Mevlana ve Konya'daki eski Padişahları da zorlayacak çetin bir konu bu ve Anadolu'da değil başka yerlerde barınabiliyor: Neden olmasın? büyük harfli Tarih belki de Alamut'tan sonra Deliorman'da tekerrür etmek istiyor...

Son ve benim "Şark Seferi'mle ilgili bir ipucu da Heft, "yediler" konusunda: Altay, oymak öğütlerinden beri, Osmanlı yiğitlik geleneğinde: Üçler, Yediler, Kırklar vardır. Abdülâziz (Şeyh'in dedesi) tayfası YEDİLERdendi:
"Yedi kimse idi bunlar, ey civan –Heft encümveş yere taban olan."

Ve diğer teorik değeri olan önemli göstergeler de verir Kıvılcımlı: ": Göçebe geleneğinin medeniyet ülkücülüğü kişileri ister istemez hem EVLİYA (Hâvâri), hem MÜCAHİD (kutsal asker) demek olan GAAZİ (Şövalye) yapıyordu". Bu imkansız "üçlü" yapı, bütün çeviri alışkanlıklarını alt üst ettiği gibi akıncılığın maddi ve manevi, içtimai ve medeniyete-göçebeliğe dair özünü bize veriyor: aynı anda sol ve sağ kuramlar alt üst oluyor ve Tarih yeniden okunaklı hale geliyor. Yakın Kıvılcımlı'yı! (Feu le Cendre!) Anda susadurun kolaysa...

Ve tarihi "çekiç"le yerinden oynatacak bir Nietzsche var Kıvımcımlı'da: "Her sahici müslüman, bilimi kılıç gibi kullanmak zorundaydı" (Bağdat'ın tekinsiz ama canlı ilim ortamını betimliyor).
Ve bu "üçlü yapı" (triple synthèse) yeni bir teorik kavram olarak, soyların Selçuklu mu yoksa Osmanlı mı veya Konya'ya Moğollardan kaçıp yerleşen bilginlerin Horasan,vb.hangi soydan oldukları tartışmasını tamamen geçersiz ve ikincil kılmaktadır. Zira ortada teorik-bir-pratik tanımı vardır. Kısaca havarilik-şövalyelik veya kurucu dinsel aristokrasi de diyebiliriz buna, Nietzsche'nin özgün ve bozulmamış askeri arsitokrasi kavramına manevi bir revizyonla...

Benim şimdiki araştırmalarımla ilgili en güçlü iki katkı şimdilik bu iki nokta etrafında toplanıyor -zamanla başka şeyler de görünür olabilir- Ama şimdi, bu sabah, eski elyazmalarımı arayarak, sana 22 yaşında bir çocuğun şiirini devşirdiği arşivlerden bir Yüksek Lisan tezi çıkarabilmek için beceriksizce ve aşırı romantik tarzda kaleme aldığı -ve yıllarca onun okumalarını yönlendiren şu bir manifesto veya çalışma programı içeren -"tek bir sahife"yi ( aynı 1983 yılının daha sonraki aylarında,"Şiarsız bir Gülün Tek Sahifesinden" şeklini alacak bu Manifesto) temize çekerek göndermeyi uygun buluyorum: Adı üstünde "İlk Söz"... Prima Logos veya Proto Sophia...

First Word veya "Önce Söz vardı" geleneğinden... Bir Fromm (frommlich, "düşüncenin dindarlığı" veya "sebatı", "öncülüğü" der buna Heidegger), Proto veya Avant-Garde örneği olarak...

-----

İlk Söz


-Retorika-



Bütün çalışma İnsanbilimleri’nin soramadığı soruyu sordurmaya yönelik olacak: “Neyi, ne zaman yapamıyoruz?” Aletlerimiz, dilimiz, isteklerimiz, ölümlerimiz (hastalıklar, vb.) ve artı değeri bölüşüm kurallarımız, yani; tüm ekonomik olmayan yanlarımızın yapılabilecek ekonomik bir açıklamasını yapmak… Ekonomik derken, eğer hangi “kestirmeden” gidileceği bizim için bir hayalse bunun tutumbilimini çıkarmak ve bunun üzerine söylenmiş bütün tutumbilimlere kuşkuyla bakmak. Bu açıklamanın kendisinin tutumbilimsel yanlarını ise söylem yırtılmalarına bırakmak…

Şu bizim akıldışı tarihimizi ele alacağım:

Bir yanda “Osmanlı” diğer yanda Anadolu, Makedonya, Kudüs bölgesi, Mısır, Magrıb ve ta Hazer –ve tabii Acem- Ve 16.yy’la birlikte bir Batı.

Tarikatlar, beylik ayaklanmaları, beylik fermanlar, kadı kararları, mühimme defterleri, esnaf örgütleri, loncalar, bölgenin ticaret yolları (gümrükler ve vergiler), eczalar, işkence aletleri ve artık çağları birbirinden ayırmada işe yaramayacak olan madenler, Galenus tıbbı…

Bunların yanı sıra dualar, muskalar, okunan sular, kutsal kitaplar ve diğer yazısız yazılar, harfler, gözler, ve o hurufat…

Medreseler, velîler, peygamberler ve Şeyh Bedreddin, ve diğer sıradan şeyhler…

Aşiretler, törebilimcilerin verileri, su yolları ve politikaları, göç yolları, su kaynakları, harabeler ve İbn-i Haldun.



Ve hep “şimdiki zaman”larda yaşayan birey olarak “insan”; ama hep yenilecek yengileriyle, küçük hayalleri ve büyük İskender hayalleriyle birlikte, ava çıkıp avlanmasıyla, ancak bu arada hasbelkader karnını da doyurmasıyla, içindeki küçük iktidarı mecliste temsil edilen o büyük iktidarı etkilemek için kullanabilmesiyle, azınlıklar ve çoğunluklar kuramını “söz”le çürütebilecek büyük bir “technè”ye sahip olabilmesi ancak iktidardaki “gemi”nin artık ona (bir tarikata, bir fırak’a veya fark’a) gereksiniminin olmamasıyla yakalanacaktır (kavramak, kavram, Begriff)…

“Deliler Gemisi”nin genişletilmiş bir resmi çizilecek ve iktidarın etkilerinin bireylerin olayları “İdeoloji’nin Öznesi” olarak odağında yaşadığından nasıl fark edilmediği öğretilecektir. Bu bir araştırmadır.
(4- Haziran- 1983)



O kutlu 1980’lerin ilk yıllarında, 1981’de Murathan Mungan bizleri alt üst eden bir şiir kitabı yayınlıyor: “Osmanlıya Dair Hikâyat” ve iç savaşı o başlatıyor…



“her sevda bir muharebedir doğuda …/…

çünkü her sevda bilir bir isyan olduğunu”

(Remzi, s.28)



Sonra onun kalemi bizimkine karışıyor artık:



“Bir hayal oğlanı; (bıraksalar)

Şiraz’ı gül bahçelerinden

                        yeniden

İnşa ederim diyordu”

(7-Temmuz-1982)



Ya da “İlk Söz”ün hemen arka sayfasında, Osmanlı’ya veya zamanın Padişahlarına umutsuz ama kesin bir ihtar (Tarih tekerrür eder) gibi;



“Yanıt alamamak öldürücüdür; fakat

İntiharlar ormanında dolaşırken ayağınıza ben

Takıldığımda Miloş adlı bir serseri hançer

Tarafından yarıldığınıza şaşırmayınız”



Bu Serez çarşısı kadar Manisa Vilayeti, Saruhan, Karaburun ve özellikle Ayasulug unutulmamalı... Selçuklu'nun arkasında hayalet gibi bir Sulug meselesi var ki buna bir Aya eklenince işin vahameti daha da büyüyor: İzmir Selçuk, Bülbül dağı efsanesi, İsabey Camii, Pavlus geçmiş oralardan...
"
Yenilen bu devrimcileri, Ayasluğ şehrine götürüp boyunlarını vurdurdular. Börklüce Mustafa'yı da kollarından bir deveye bağlayarak çarmıha gerdiler. Bir çok şehirlerde gezdirerek teşhir ettiler. Manisa dolaylarındaki Torlak Kemal’de aynı akıbete uğratıldı." H.K.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder