19.09.2012

Dar-ül Harb Edebiyatımız ve "Biz"...

15 Haziran 2003 tarihli "Demek ki kötü donanımlı (Mal armé) bir müslüman ahlâkından başka bir şey değilmiş?" başlıklı dört A4 sayfası boyutunda bir şiirimden yedi sayfayı belge olarak koyup "ne yiyip ne içtiğimiz" sorusuna yanıt vermemeyi tercih ederdim (I would prefered not to..., Bartleby). Susmayı tercih etmek yerine "Dar-ül Harb Edebiyatı" mı yapsaydım yoksa...


Burada "8 Eylül" veya benzeri gecelerden farklı olarak "8 ay" gibi bir süreden söz ediliyor; "kekremsi" (âpre) bir tadı olan ve "baş dönmesi", "azapla" (tourments) geçen, "nihayetinde de "Varidât" (en somme testamentaire) değeri olan sekiz aydan sonra olanlardan söz ediliyor...
"O halde" (donc) bu da bir ihanetin öyküsü...


Bir "kutu": bir kutu da ne ola ki? Bir "işaret", bir "sonuç" (donc, igitur)...
Ne varmış bu kutuda? Yenir miymiş, içilir miymiş? Neler yenilip içilirmiş?
Nelerin "simgesel" veya "kurgusal" değeri varmış?
Neymiş işlevi "kutu"nun: "La Fonction: c'est du pur fictif!"
Kurgusal bir şeyin değeri neymiş?
O şey nasıl da bir "o halde" değeri taşırmış?
Bu "Mana" veya "gösterilen'in Sıfır Noktası" gibi bir şey miymiş?


Nasıl olur da bir "konserve kutusu" (Une boîte de conserve!) "vahim sonuçlara" (lourd de conséquence!) sahip olabilirmiş?


Nedir bu "serseri mayın gibi dalgalanan dalga ve/ya muğlak ders"
(cours vague qui divague)?
Bu bir Mallarmé dizesi değil midir? Kim buna cüret edebilir Mallarmé'den başka?


Hem kime veya kimin önündeymiş bu "ders"? "Cloaque" pek kibar bir tâbir olmasa da, yanlış
 anladıkları gibi "çirkef" değil, "yapışkan", yani "çok yakın" (à jamais à mes côtés),
"hep yanımda" anlamı taşıyor.


Burada "dişil tanıklıktan" ve ısrarla "dişillik"ten (elles, toutes) söz edildikten sonra "kendimizi denediğimiz balmumuna tahsis olunmak" gibi tuhaf bir ifadeye yer veriliyor ki, bu Fransızca'da "sünnet" (circoncission) kelimesinin aliterasyonundan başka bir şey değildir: "cire qu'on s'essaie" / "cesse-t-on"...
Demek ki bizde "tanıklık"/ "şehadet", "kutu"nun ve/ya "kutu"ya tanıklıklıktan başka yerde.
 "gülüşler"... (rires)



Ve "o halde" değeri olan bu "kutu" veya Dar-ül Harb Edebiyatımıza göre adlandırıldığı şekliyle "sünnet"
"cemaat" ile (communauté) ilişkilendiriliyor: Tek ve aynı" (un, et même) "cemaat"e aidiyetin mi "kurtuluş" (salut) olacağı sorusuyla problematik bir şekilde bitiriliyor.

"2000'li yılların başı"nda bu konular çok yeniydi ve şiddetle, tepkiyle cezalandırılırdı. Adı da damgası da hazırdı: Takiyye.  Servetî Fünûn'dan beri fennî ve müsbet konularda eserler veren edebiyatımız için pek yeni, pek alışılmadıktı bunlar. Fransızca yazılmış olması da "yabancılaştırma etkisi"ni daha da arttırıyordu. Okunmadan kaldı. Uzun süren ve uzun sürmesi gereken Dar-ül Harb'ta ("tümüyle kurgusal": pur fictif) bu kez 1980'li yılların başında Galata Köprüsü'nün altında yazdığım, gene bir "kopuş" şiiri olan "Bej Töbeki"ye yer vereceğim gelecek sefer.

9.09.2012

8 EYLÜL VAK'ASI: REMERCİEMENTS&CİE


İyi Sabahlar...

8 Eylül vak'ıası (2012) olarak tarihe geçecek "kristal gece"de kırmış olduğum kalpler için hepinizden özür dilerim (pirinçleri ben dökmedim, "ayıkla şimdi pirincin taşını" dedirtecek şeyi de ben yapmadım...

İçinizden çoğunuzla hayatımda "ilk dans" etmem olduğu için ayaklarımı basmış olduğum yeri bilememiş olabilirim ama fikri mülahazalarda "kafam yerinde"ydi (A.A.'yı tenzih ederim, o bu gruba dâhil değil, zira ona ve A.S.'ye, "Bade" bade iken, bir akşam Charlie Chaplin taklidi yaparak dans ettiğim vakanünis'lerce zapta geçmiştir: o müzik, Şarlo'nun uydurma bir Fransızca ile sosyeteye dans show'u yapması sahnesinin "remix"le güncellenmiş haliydi ki yerimde tutulamamıştım).

Elektrikli ve elektriksiz süpürgelerle dans etmelere vardırarak işi, Erol ve Lerzan arkadaşlarımız olaya son noktayı koymuştur (gençlik işte!)...Kendileriyle "mercimek amed" günleri için irtibata geçilmesi rica olunur.

Bazı itiraflar ve tensel (charnel) dokundurmalar:

1- "İlk aşkım, ilk heyecan / gençlik kafamda duman" şarkısını bilerek ve isteyerek ben seçtim: İzahatına gelince; bembeyaz sayfa gibi önümde dur(may)an aşk hayatımda son derece öneme haiz bir yeri vardır bu şarkının (tek değilmişim ki dans pisti o anda patladı). Kadiköy sokak ve meydanlarını ("İş Bankası önü" derler genelde oraya), başımda kel ve "ikili havlamalar" (İzzet Yasar) şeklinde bu şarkıyla kol kola zıplayarak geçtiğimizi hatırlar hüzünlenirim bazen. Uzun bir "Kadıköy Sokak Şiiri" okunmuştu o zaman denize karşı, henüz peydah olmamış "sokak Sambacıları" tarafından...
2- Ajda Pekkan'ın (veya simülakr'larının -zira kendisi ölmüş olabilir, ve yerine klonları şarkı söylüyor olabilir hala) "Ya (Senden) Sonra" adlı çalışması, "Domates, Biber, Patlıcan" (Barış Manço) içli türküsü kadar beni hüzünlendirir. Bu şarkılar "slow"dur ve "bir türlü patlamazlar", ama içimizde bir yerlerde derin bir patlamaya neden olurlar. "Ya sonra", "senden sonra", eşine az rastlanır bir ayrılma öncesi aşkı anlatır ki meyvelerini topla topla bitmez o tarz aşkların özellikle de şu sombahar günleri zerzevatı içinde...
Aşklar işte bizi, "sonraya kalan" (trace ve onun "retension"u: "hatırlamasız hatırlama": mémoire sans / ou avant le souvenir) ve daha bitmeden önsezisini yaşadığımız "protension" (deriz biz, önsezi deyin siz) içinde, asla "mevcudiyetinde olamadığımız" (impossibilité de la "maintenance" -elde tutamama- / ou de la présence) bir ruh/ beden haline "sokarlar", diyecektim ama, zaten hep (toujours-déjà) bu halde olduğumuzu "(bizi) bize uyandırır"lar: Acı gerçekle yüzyüze kalınca "aşık oluruz": Alain Badiou, hakikat süreciyle aşk'ı, belki Merleau-Ponty'den sonra, derin bir şekilde birbirine bağlayan neredeyse yegane filozoftur. Yeter diyeceksiniz bu kadar sabah sabah Dalida/ Der-y-da!...

Gelelim zarif sosisleriyle evini bize açan ev sahibemiz Ebru hanımın evinde bulunan ve toplatılması gereken kitaplar meselesine:

1980'lerin ilk çeyreğinde (bir asır gibi uzun sürmüştür 1980'ler) öğrenci evlerinde düzenlenen içkili toplantılarında (o zamanlar asla "party" denmezdi: Tek Parti ve tek polit büro vardı zira) giden gidip de kalan kaldığında, eğer o evde uyumuşsam, sabah erken kalkıp kütüphanedeki bütün (şiir) kitaplarını okuyup "toplatılması" (récollection ve souvenir) gereken dizeleri ayıklayıp defterime not ederdim. Sevi (adını doğru yazıyorumdur umarım) genç arkadaşımız da işte böyle, gece'den başladı okumaya...Tek farkla ki, kütüphaneden alıp okuduğu kitap benim kitabımdı; bir an kendimi "naklen yayın" yapan bir otomat gibi hissettim dans pistinde ve korktum kendimden...


İmdi, kendi özel zihin coğrafyamda bu geceyle ilgili bazı paralellikler ve farklar:


"İstanbul'da (rock değil ama) Ruh Hayatı" adlı eserimi mevcuda getirmeden bilinmesi ve
yaşanması, sonra da kimseye söylememek ve sır tutmak için "yazılması" gereken bazı hususlar:

Giriş konuşmamda canlı konuklara belirttiğim gibi, 8 Eylül (2012) buluşması bir "Yaza Veda" partisi değil bir "anma" idi (commemoration): Anısız bir şeyin anması (mémoire sans souvenir)... (Bkz. "A Reply!") Tarihlere dikkat ediniz: "6/7 Eylül Vak'ası"'dan hemen sonra "azınlıklar meselesi"ni gündeme getirmem bir tesadüf değildi...
1- Bu ve bu tarz anmalar için, "Yeldeğirmeni Sinagogu" dar geçidindeki ("porte étroite") merdivenlerde içki içmeye bekliyorum sizi ("camii avlusunda içki" tartışmalarına kinâye). Zza Zza Baker (Seza hanım) oradaki geçen cenaze töreninde yaşadığı ruh halini benle paylaştı. Ben de benzer sebeplerden dolayı 1998'de orada bir evde yerleşik hayata geçtim. Kordoba "Sefarad Evi" rezaletini (Seda'yı derinden sarstı ama benim için İsrail asker-öğrenci-stajyer tipolojisi'nin bir parçasından ibaretti) orada unutturabiliriz belki...
2- Gene giriş konuşmamda belirttiğim gibi, sınıf öğretmenim tarafından bana emanet edilen ilk okul arkadaşım "Gülaağa" (Kürt meselesinin "özel adı" bu olsun aramızda) bir bakıma hala, bugün 2012'de de bana emanet edilmiş olmayı sürdürüyor olabilir: Bütün ısrarlarımız dayanamayıp İspir'li olduğu bize itiraf eden ama Rize değil de Erzurum vilayetine bağlanmış arkadaşımız Nusret, Artuklu Üniversitesi dışında Kürtçe tez yazılamayacağı bilgisini  bizle paylaştı (bu ve benzeri kafamı kurcalayan sorular "mercimek amed köftesi" gününü bekleyecek)...
3- Yine "1980'ler tarzında" yazmaya devam edersem: (80'ler uzun sürdü ama bitti mi?). Bu ve "benzeri" (bence benzersizdi) geceleri,

3a) Heybeliada'da 2000'li yıllar espirisinde "feminist ve gender" sorunsallaştırmalarının yaşandığı bir gecede yaşamıştım geçmiş yıllarda (bu meseleler de "mercimek amed köftesi"nde masaya yatırılacak: "patlayana kadar"- Bu arada, bütün göndermelerimi ve imâlarımı burada açamam ama, "mercimek amed" bir köfte çeşidi değil, bizi "gender meselesi"nin bağrına veya koynuna taşıyacak bir yazar adı: okumanızı tavsiye ederim).

3b) Çengelköy, 2012 (via Reks sineması önü): MSGSÜ, bir gecede BJK'dan Bomonti'ye (uzun bir konvoy halinde) Ece Ayhan'nın imgesiyle tarihimizde "Delilerin (agité-e-s) bir gecede Taşkasap'a taşınması/ nakledilmesi" hadisesi gibi taşınmasıyla "arada kaynayanlar", "telef olanlar", "zayi olanlar", "muhalefete geçenler"den bir grupla tesadüfen kurduğum temaslar sonucu bazı bilgilere sır mahiyetinde haizim. Bu olaylar böyle, "Okan", "Nişantası Üniversitesi" diye devam ederse; feci bir altyapı kaynaşması/ kalkışması olacağının emareleri kulağıma geliyor.

Ben kendi önlemlerimi alıyorum: alt tabakadan bazı irtibatlarım var; bunların Bursa bağlantılarını inceliyorum. Diğer bir grup da Colombus'la Mardin'e Midyat'a pirince (bienal'e) gönderiliyor. Ben şahsen "voyacır" gibi çalışıyorum. Teşvikiye ve Topağacı, Galata bankerleri ve Perşembepazarı esnafı hepsi işin içinde. Artık "külhanda yatıp kalkıyorum" anlayacağınız, kulağım "hamamın kirişinde" Türkçe'de dendiği gibi... Şener Özmen'in Diyarbakır'da ne yaptığını bilemem: onunla irtibatım "İstanbul Guide"den bana aktarılan bilgiler düzeyinde kaldı. Yakında ben de, "evimdeki bulgurla" uğraşırken, "Eyüp mezarlıklarında" ölü bulunursam şaşmamak lazım bu gidişle... Neyse, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın; onca pirinç yerlere dün gece boşuna dökülmüş olmasın. (Not: dün gece eğer senle yatmamışsam, bunun nedeni güzel olmaman değil, ama bunun libidinal ekonomiye bir artı değer getirmeyeceğini düşünmüş olmamdı: bilirsin çok ince düşünceliyimdir, ama bunun sana ne faydası olur bilemem).

Şimdi bu çocuklardan bazıları tutup bana "Çengelköy’de Bir Şiir Akşamı" düzenledi, kıramadım gittim, içlerine sızdım. Bomonti bunlardan haberdar olduğunda "Üsküdar'da sabah" olacak. Tarih'te Erzurum'dan bir Toksoy vak'ası var zaten (bunu burada hemen anlatamam ama, "görsel sociology" çalışırken biraz hava alsın, manzara seyretsin diye götürdüğümüz Gülhane Parkına "bu ormanın burda ne işi var?" diyen akademisyen olur kendisi). Olayların biri aydınlanmadan diğeri başlayacak. A. Utku iyi bir teorisyen, ama iş teori-pratik'e gelince adamdan taşra Üniversitelerinde fazla mucize beklememek gerek: "Praksis", acaba bunlar İmam-Hatip'te hiç öğretilmiyor mu? Ben tek başıma devrim, evrim bile olsam, benim de kendi sınırlarım, sinirlerim ve geçindirmek zorunda olduğum bir ev ve kedim var, fazla riske girmemi de beklemeyin benden.

(İşte 1980 uslübu ve onun kendi minvalinde giden şiiri buydu: Her sabah dua gibi yazılırdı. Özlemişim. Ayrılık 10 yıl sürer (Paris yıllarım: 1984-1994) sanıyordum. Ama 2012 oldu "les années de la démolition" (S. Fitzgerald) hala bitmedi. "Gelecek uzun sürer" biliyorum. Ama bu kış bitse artık!)



4- "Yahu sen neden bahsediyorsun, böyle / O konu kapandı/ Herkes çoktan unuttu artık/ Sen de kendi işine bak/ dön artık" diyenlere, "Yokluğumdan iyi istifade edin/ Yiyin için/ Ben artık dönmeyeceğim/ Diyenlerden mi olayım?/ Yoksa "je re-viens sans venir"/ "Je suis venu pour vous dire" diyen o sevmediğiniz ilahiyatçılardan mı?" diye "venance, ad-venance, venu" izleklerini izleyen Kordoba düşü/ dönüşü şiirlerime bakmalarını mı tavsiye edeyim, bilemiyorum. Tarihi tek başıma yazmaya kalkmam bir hataydı, yardımlarınızı bekliyorum. Körlere yazıyorum, dilimi bilmeyenlere, (yine) "dillerde dolaşıyorum" ("parler en langues", Pavlus)...



5- (Son ve önemli husus da): İnce davetinizi içtenlikle kabul edip Nusr/et'in kutlamasına (jubilation jubilatoire) koşarcasına ve dersime iyi hazırlanarak geldim. İki üç gün durmaksızın çalışıp kalbinizi feth etmek için size 2000'li yılların "ruh"una (ey ruh ordaysan çık!) uygun "ArtWork"ler, "klipler" hazırladım, Teşvikiye'nin teşvik etmesi, beni havalara/ ortamlara sokup (!) rahatlatmasıyla (“Sizi temin ederim M. Bey, bunlar hiçbir yerde yayımlanmayacak”) size "videolar" pişirdim, "şiirler ikram" ettim, açılan şişeleri hesap etmeden çalışıp durdum ve nihayet "kendi sitemin" açılışını ve "lansman"ını görkemli ama sade bir törenle size anons edecektim. Ki olmadı, kısmet değilmiş. Dans ederek "korakor" (corps-à-corps), doğrudan iletişime geçtik, ve bütün çalışmalarımı sanki boş sayfa üzerinde biraz "ot" ve "toz" birikintisiymiş gibi birisi hapşırarak darmadağın etti, o da yetmedi diğerleri de gelip üstüme "yeter artık çalışma" der gibi (önce çalışmamla ilgilenir gibi yaparak) "hapşırdı" (bu da bir çeşit “langage sans articulation”, müzik, dans, vb.). Neyse kalanlar (traces) bana yeter. "Katı olan her şey buharlaşıyor" demiş zaten ekölü kuran kişi de... Bu işin de raconu demek buymuş.



Bir Nilgün Marmara dizesiyle bitireyim:

"Onun bedeni bir tımarhane / İçinde çok deli / İnerler / Çıkarlar"...



Eskiden böyle çok veda mektupları yazılırdı, şimdi ise siteler açılıyor kapanıyor,/ gökteki yıldızlar kadar/ artık sayılamayacak kadar çok/ ve anonim... / Nereye veda/ hem kime? / Leyybek!/ Ben döndüm...



Me Voici

en ce moment-ci

dans ce que j'écris...





Hamiş: Bu notu adreslerine ulaşamadığım, o gece orada olan diğer katılımcılara da gönderirseniz memnun olurum: "Cercle élargi de mes amitiés" (Helena Villakovich'in kısa bir filminin adıydı)...

"Nereye? Daha yediğinizden içtiğinizden bahsetmedin" diyenlere 2003'de yazılmış şiirlerimin belgelerini koyacağım bir dahaki sefere...
Küçüklere ve büyüklere sevgiler saygılar...



(Hepimiz belki postmodern doğmadık/
Ama kesin ölümümüz postmortem olacak...)





For Poems: http://herrselavy.blogspot.com

For Artworks: http://mysteriques.blogspot.com

4.09.2012

OSMANLIYA DAİR SAVLAR -II

Eylül'de nihayet "fetret devri" bitip de çalışmamın başına dönünce, Çengelköy ve Bursa Konuşmalarının hasadını (Şark ve Endülüs-Garb Seferleri'minkini de) şu sonbahar günü daha tam olarak toplayamadan (bayramın birinci günü, sabah ezanından önce yazdığım o "Osmalıya Dair Savlar" ve sonra da alelacele yola çıkıp Bursa'ya seni ve sanki bir suçluluk duygusuyla Osman Gazi türbesini ziyarete gelişim), Endülüs'tekiler de dahil, konuşmalarımızın temel alt metinlerinden biri olduğunu senin vasıtanla gördüğüm Kıvılcımlı'nın “Bedreddin –Hus- İbn-i Haldun” makalesini (Sosyalist dergisi, 1966) heyecanla okudum. Bu metin o kadar alt (eski) ve temel ki, 20-22 yaşlarımda Nazım'dan ve bir kaç tarihçiden (başta Taner Timur) yola çıkarak heyecanlandığım Bedreddin konusuna -benim için şimdi önem kazanan- iki önemli bağlantı ile ipuçları sunuyor:


1-Bedreddin'in Konya'nın son Rumî padişahlarının soyundan gelme olasılığı ve bundan ötürü de bütün Osmanlı'nın Bedreddin konusunda "susmak" zorunda kalması saptaması son derece iç burkan bir saptama: Esas kurucu'nun Osman Gazi'ye bağımsızlık cevazı vermesi ve Mısır'dan kendisine "tuğ ve âlem" yollanması çok imalı bir şekilde Osmanlı'ya iktidarın esas sahipler tarafından bahşedilmesi anlamına geliyor.
"Osman Gaazi Karahisarı alırken, Sultan Alâeddin, kardeşi oğlu Aktimur eliyle Osman'a malzeme, veziri [paşa: Padişah oğlu] Abdül' Aziz eliyle de bağımsızlık buyrultusu ve Mısır hükümdarından Akbayrak, "tuğ ve âlem" göndermiştir. (...) İşte bu, Osmanlı Devleti'ne bağımsızlık buyrultusu getiren Abdül' Aziz Şeyh Bedrettin'in öz dedesidir". (H.K.)
Yani Bedreddin dahil, esas kurucular Osmanlı'yı hep uzaktan gözleyip ağabeylik vazifelerini yapmaya devam ediyorlardı. Bu bilgiler ışığında, Bedreddin'in katli tam bir "baba katli" (Freud) boyutları alıyor ki bunun teorik sonuçları 20yy. ilmi altında devasa ve hiç çalışılmamış sonuçlar içeriyor.
"Menâkız" : Henüz küçük bir ilçe beylikceğizi olan Osmanlılığın bütün şaşırtıcı atılganlıklarında Şeyhin dedesi Abdülaziz'in oynadığı öncülüğü alçak gönüllüce destanlaştırarak söze başlar." Yazarı da Şeyh'in torunu Halil'dir.

2-Bedreddin'in bizzat kendi babasının Mevlana'nın dergahında emir görevi yapması. ("Fena"(fillah yorumu) 1935-1966 yılları için sevimli bir devrimci materyalist yorum) Bu da Şeyh'in hiç de tesadüfen ve konjonktür gereği bir isyanın içinde kendisini bulmadığı, bunun çok derin bir projenin bir safhası olduğu tezini sağlamlaştırıyor. Makalede "İsmailiye Fırkası" ("dinsiz") ismiyle anılıyor ve derinleştirilmeden bırakılıyor. Zira Mevlana ve Konya'daki eski Padişahları da zorlayacak çetin bir konu bu ve Anadolu'da değil başka yerlerde barınabiliyor: Neden olmasın? büyük harfli Tarih belki de Alamut'tan sonra Deliorman'da tekerrür etmek istiyor...

Son ve benim "Şark Seferi'mle ilgili bir ipucu da Heft, "yediler" konusunda: Altay, oymak öğütlerinden beri, Osmanlı yiğitlik geleneğinde: Üçler, Yediler, Kırklar vardır. Abdülâziz (Şeyh'in dedesi) tayfası YEDİLERdendi:
"Yedi kimse idi bunlar, ey civan –Heft encümveş yere taban olan."

Ve diğer teorik değeri olan önemli göstergeler de verir Kıvılcımlı: ": Göçebe geleneğinin medeniyet ülkücülüğü kişileri ister istemez hem EVLİYA (Hâvâri), hem MÜCAHİD (kutsal asker) demek olan GAAZİ (Şövalye) yapıyordu". Bu imkansız "üçlü" yapı, bütün çeviri alışkanlıklarını alt üst ettiği gibi akıncılığın maddi ve manevi, içtimai ve medeniyete-göçebeliğe dair özünü bize veriyor: aynı anda sol ve sağ kuramlar alt üst oluyor ve Tarih yeniden okunaklı hale geliyor. Yakın Kıvılcımlı'yı! (Feu le Cendre!) Anda susadurun kolaysa...

Ve tarihi "çekiç"le yerinden oynatacak bir Nietzsche var Kıvımcımlı'da: "Her sahici müslüman, bilimi kılıç gibi kullanmak zorundaydı" (Bağdat'ın tekinsiz ama canlı ilim ortamını betimliyor).
Ve bu "üçlü yapı" (triple synthèse) yeni bir teorik kavram olarak, soyların Selçuklu mu yoksa Osmanlı mı veya Konya'ya Moğollardan kaçıp yerleşen bilginlerin Horasan,vb.hangi soydan oldukları tartışmasını tamamen geçersiz ve ikincil kılmaktadır. Zira ortada teorik-bir-pratik tanımı vardır. Kısaca havarilik-şövalyelik veya kurucu dinsel aristokrasi de diyebiliriz buna, Nietzsche'nin özgün ve bozulmamış askeri arsitokrasi kavramına manevi bir revizyonla...

Benim şimdiki araştırmalarımla ilgili en güçlü iki katkı şimdilik bu iki nokta etrafında toplanıyor -zamanla başka şeyler de görünür olabilir- Ama şimdi, bu sabah, eski elyazmalarımı arayarak, sana 22 yaşında bir çocuğun şiirini devşirdiği arşivlerden bir Yüksek Lisan tezi çıkarabilmek için beceriksizce ve aşırı romantik tarzda kaleme aldığı -ve yıllarca onun okumalarını yönlendiren şu bir manifesto veya çalışma programı içeren -"tek bir sahife"yi ( aynı 1983 yılının daha sonraki aylarında,"Şiarsız bir Gülün Tek Sahifesinden" şeklini alacak bu Manifesto) temize çekerek göndermeyi uygun buluyorum: Adı üstünde "İlk Söz"... Prima Logos veya Proto Sophia...

First Word veya "Önce Söz vardı" geleneğinden... Bir Fromm (frommlich, "düşüncenin dindarlığı" veya "sebatı", "öncülüğü" der buna Heidegger), Proto veya Avant-Garde örneği olarak...

-----

İlk Söz


-Retorika-



Bütün çalışma İnsanbilimleri’nin soramadığı soruyu sordurmaya yönelik olacak: “Neyi, ne zaman yapamıyoruz?” Aletlerimiz, dilimiz, isteklerimiz, ölümlerimiz (hastalıklar, vb.) ve artı değeri bölüşüm kurallarımız, yani; tüm ekonomik olmayan yanlarımızın yapılabilecek ekonomik bir açıklamasını yapmak… Ekonomik derken, eğer hangi “kestirmeden” gidileceği bizim için bir hayalse bunun tutumbilimini çıkarmak ve bunun üzerine söylenmiş bütün tutumbilimlere kuşkuyla bakmak. Bu açıklamanın kendisinin tutumbilimsel yanlarını ise söylem yırtılmalarına bırakmak…

Şu bizim akıldışı tarihimizi ele alacağım:

Bir yanda “Osmanlı” diğer yanda Anadolu, Makedonya, Kudüs bölgesi, Mısır, Magrıb ve ta Hazer –ve tabii Acem- Ve 16.yy’la birlikte bir Batı.

Tarikatlar, beylik ayaklanmaları, beylik fermanlar, kadı kararları, mühimme defterleri, esnaf örgütleri, loncalar, bölgenin ticaret yolları (gümrükler ve vergiler), eczalar, işkence aletleri ve artık çağları birbirinden ayırmada işe yaramayacak olan madenler, Galenus tıbbı…

Bunların yanı sıra dualar, muskalar, okunan sular, kutsal kitaplar ve diğer yazısız yazılar, harfler, gözler, ve o hurufat…

Medreseler, velîler, peygamberler ve Şeyh Bedreddin, ve diğer sıradan şeyhler…

Aşiretler, törebilimcilerin verileri, su yolları ve politikaları, göç yolları, su kaynakları, harabeler ve İbn-i Haldun.



Ve hep “şimdiki zaman”larda yaşayan birey olarak “insan”; ama hep yenilecek yengileriyle, küçük hayalleri ve büyük İskender hayalleriyle birlikte, ava çıkıp avlanmasıyla, ancak bu arada hasbelkader karnını da doyurmasıyla, içindeki küçük iktidarı mecliste temsil edilen o büyük iktidarı etkilemek için kullanabilmesiyle, azınlıklar ve çoğunluklar kuramını “söz”le çürütebilecek büyük bir “technè”ye sahip olabilmesi ancak iktidardaki “gemi”nin artık ona (bir tarikata, bir fırak’a veya fark’a) gereksiniminin olmamasıyla yakalanacaktır (kavramak, kavram, Begriff)…

“Deliler Gemisi”nin genişletilmiş bir resmi çizilecek ve iktidarın etkilerinin bireylerin olayları “İdeoloji’nin Öznesi” olarak odağında yaşadığından nasıl fark edilmediği öğretilecektir. Bu bir araştırmadır.
(4- Haziran- 1983)



O kutlu 1980’lerin ilk yıllarında, 1981’de Murathan Mungan bizleri alt üst eden bir şiir kitabı yayınlıyor: “Osmanlıya Dair Hikâyat” ve iç savaşı o başlatıyor…



“her sevda bir muharebedir doğuda …/…

çünkü her sevda bilir bir isyan olduğunu”

(Remzi, s.28)



Sonra onun kalemi bizimkine karışıyor artık:



“Bir hayal oğlanı; (bıraksalar)

Şiraz’ı gül bahçelerinden

                        yeniden

İnşa ederim diyordu”

(7-Temmuz-1982)



Ya da “İlk Söz”ün hemen arka sayfasında, Osmanlı’ya veya zamanın Padişahlarına umutsuz ama kesin bir ihtar (Tarih tekerrür eder) gibi;



“Yanıt alamamak öldürücüdür; fakat

İntiharlar ormanında dolaşırken ayağınıza ben

Takıldığımda Miloş adlı bir serseri hançer

Tarafından yarıldığınıza şaşırmayınız”



Bu Serez çarşısı kadar Manisa Vilayeti, Saruhan, Karaburun ve özellikle Ayasulug unutulmamalı... Selçuklu'nun arkasında hayalet gibi bir Sulug meselesi var ki buna bir Aya eklenince işin vahameti daha da büyüyor: İzmir Selçuk, Bülbül dağı efsanesi, İsabey Camii, Pavlus geçmiş oralardan...
"
Yenilen bu devrimcileri, Ayasluğ şehrine götürüp boyunlarını vurdurdular. Börklüce Mustafa'yı da kollarından bir deveye bağlayarak çarmıha gerdiler. Bir çok şehirlerde gezdirerek teşhir ettiler. Manisa dolaylarındaki Torlak Kemal’de aynı akıbete uğratıldı." H.K.