PROFANED VACANCIES: PEREGRINATIONS-I
Neyse, kazasız belasız (kendime göre tılsımlarım var) kendi cehennemime nihayet döndüm. Ayağımın tozuyla yaptığım Eminönü çıkarmasında, Yeni Camii arkasında, Sirkeci Postanesi yakınlarında bütün o son sultanların gömülü olduğu iki türbeye de baktım: Bunlardan biri I.Abdülhamid'den II.Mahmud'a kadarki ilk islahatcı padişahları ve ailelerini, erken ölen şehzadeleri, kız çocuklarını (ve niçin orada olduğu bilinmeyen diğer mevtaları) ihtiva ediyor ve Belediye tarafından sanki Ramazan dolayısıyla yeni hizmete giren bir panayır yeri gibi ziyarete açılmış (Kadem'i Şerif’in -Kutsal Ayak- tam arkasında; Valide Turhan Sultan'ın yaptırdığı ötekinde ise benim şahsen peşinde olduğum Aziz Sultan Abdülaziz’in türbesi ve onun tahtan indirilip -yetmezmiş gibi bir de bahçıvan kılığına girmiş Bostancılara hunharca öldürtülüp- yerine şeklen geçirilen (sözümona deli; ama aslında delirtilen veya deli ayağına yatan) sevgili V.Murad dahil tüm padişahlara ulaştım. Ama Aziz'inki hariç! (Without/ Ohne/ Sauf Saint-Aziz!).
Sordum, "arkalarda bir yerde kilitli bir kapının ardında" dediler. "Halkın ziyaretine onarımdan sonra açılacak" diye de güvence verip teselli ettiler beni (fesüphanallah! iftar vakti bir deli kayıtlarda, alınlıklarda, girişteki kitabelerde bile adı geçmeyen bir eski zaman padişahı peşinde!)...
Tam vuracaktım kendimi Küçükayasofya yollarına, bir başka "kesikbaş" Hüseyin Ağa Efendi'nin türbesini bulmaya, telefonum çaldı; sanırım "Ömerix gezegeni"nden izliyorlar olacaklar beni: Ömer (Uluç) Bey önce hal hatır sorarmış gibi yaptı, ben de buna benzer cevaplar verdim. Ama sonunda itiraf etmek zorunda kaldım: İstanbul'daydım ve bir takım gizli amaçlarla Aziz'in hatıratı peşindeyim dedim. Renk vermedi (işin içinde Elfe’nin olduğunu sandı). "Ben çok dağıldım" dedim, kendimi affettirmek istercesine. "Gel" dedi, "biz seni burada toparlarız". “Hem sonra Işıltan da yanımda" dedi. Son ödev teslim tarihinden beri ortalıklarda görünmeyen Sanat Tarihçisi Işıltan hanım anlaşılan iyiden iyiye başka gezegenlerin çekim alanına girmiş, kendi yörüngesine oturmuş... Keşke gitseymişim, bu Ömer’i sondan önceki görüşüm olacaktı. Bir yıla varmadan onu da kaybettim.
Ben ise Sanat Tarihçisi değilim, şekilde görüldüğü gibi, peşine düştüğüm konuları çok fazla şahsileştirdiğim için "filozof" da olamadım. Benim yörüngem Konya'daki Alâaddin türbesinde gördüklerimden ve Kubad Abad'ı tanıdıktan sonra artık iyice şaştı: Abad'ın Keykubat'ı öldürmesi, Beyşehir gölü kıyılarındaki yazlık sarayında yapılan kazılar sonucu çıkan o inanılmaz çinilerin üzerinde gördüklerim beni iyiden iyiye yörüngemden çıkardı.
Sakin sakin "Ateşgene" şiirleri yazıp, "Hodja Efendi'nin kırklara karıştıktan sonra mânâ alemindeki hallerini kırk bölüm halinde kurmaca biçiminde" derlemeye vermişken kendimi, birden yörünge şaştı ve kendimi 12. ve 13. yüzyıl din ve estetik savaşlarının tam ortasında buldum. Tarafsızlığımı korumam ve bir yabancı olarak damarlarımda akan kanın rengini belli etmemem lazımdı. Mardin Artuk Üniversitesinden bazı açılımlar için ön kayıtlar başlamış bile ama ben hala alengirli tozlu yollardayım. Ancak gördüklerimin de şakaya gelir bir yanı yok, ama iyi ki müzelerde sergilenen parçaları her gören benim gördüklerimi göremiyor...
Konya Karatay Medresesi Müzesi müdürü koruması altındaki parçaların ne anlama geldiğini bilse önce dinden çıkar sonra intihar ederdi herhalde; Antalya'da ise, kapısı dışında zaten olmayan, müdürsüz, benim de zaten sormadığım kimse kalmamasına rağmen (-keşke kimseye sorup açık etmeseydim, ama önceden bilemezdim böyle olacağını-) tamamen tesadüf eseri, oradan başka karanlık emellerle geçerken okuduğum (ortada başkaca delil olmamasına rağmen) kitabesinden keşfettiğim, içinde şimdi inlerin cinlerin cirit attığı, o sevimli kuyusuyla "Liman Camii" (yani aynı Olimpos Antik kentindeki gibi bir çeşit "hamamlı Liman Bazilikası") yakınlarında bulunan Karatay Medresesi alanı içindeki "Salihler Evi" (Dar-üs Süleha)... Aman Allahım ben nereyi tarif ediyorum böyle... Susmam lazım artık.
Bu gizli kalması gereken şeyler bir ortaya çıksa, belki sonu iyi de olacak din savaşları (tarihte belki de her zaman son’u iyi olmuştur şeylerin, yoksa zaten olmazdılar) iyice alevlenir ve benim de buradan hiçbir şey belli etmeden sağ salim kaçmam artık imkansız olurdu.
Mümkün olduğunca "aptal turist" çizgimden kaymamaya devam ederek tatilime sanki hiçbir şey yokmuş gibi devam etmem ve normal yollardan kafileler halinde Varan turizmle İstanbul'a dönmem ve Sultanahmet, Eminönü gibi yerlerde dikkat çekmeden bir müddet dolaşmam gerekiyordu.
Şimdi elimde tam yüz doksan altı tane İstanbul Evliyası adresi, altmışa yakın da Sahabe kabri krokisi var. Bunların çoğunun üstünde kitabesi bile yoktur Allah bilir. Bu adresleri, çok gizli ibaresiyle, Burdur Otogar'ında Lokman Hekimlik yapan Hayal Meyal Cinci Hoca'dan aldım. Şimdi en yakındakinden, Küçükayasofya Camii bahçesinde yattığı söylenen Kesikbaş Hüseyin Ağa'nın kabrinden başlarsam, sonra Sirkeci'deki alakasız bir şekilde "Arpacı" tabir edilen camii girişindeki Kadiri'ye sorarsam acaba bir cevap alabilir miyim? Yoksa dosdoğru Tophane’deki Kadirî İsmail Efendi dergâhının bir köşesinden fışkıran kaynaktan soğuk su içerek mi işe başlasam? Bunca kabirden biri illa ki bir şeyler biliyordur ve konuşacak günün birinde...
Hollandalı fotoğrafçı kadın da gece mezarlık çekimleri için izinlerini alırsa, o, zahiri görüntüden ben ise batıni tarafından umarım ele avuca gelen bir şeyler yakalayabiliriz artık.
Kısacası tatil bitti, ama menbaa bitmedi: kaynak tükenmedikçe yola devam...
Şems'in kuyusundan su içtim ben,
Kırk halden yedisine üçüne girdim ben...
(Ateşgene, 29-Ağustos-2009)
Neyse, kazasız belasız (kendime göre tılsımlarım var) kendi cehennemime nihayet döndüm. Ayağımın tozuyla yaptığım Eminönü çıkarmasında, Yeni Camii arkasında, Sirkeci Postanesi yakınlarında bütün o son sultanların gömülü olduğu iki türbeye de baktım: Bunlardan biri I.Abdülhamid'den II.Mahmud'a kadarki ilk islahatcı padişahları ve ailelerini, erken ölen şehzadeleri, kız çocuklarını (ve niçin orada olduğu bilinmeyen diğer mevtaları) ihtiva ediyor ve Belediye tarafından sanki Ramazan dolayısıyla yeni hizmete giren bir panayır yeri gibi ziyarete açılmış (Kadem'i Şerif’in -Kutsal Ayak- tam arkasında; Valide Turhan Sultan'ın yaptırdığı ötekinde ise benim şahsen peşinde olduğum Aziz Sultan Abdülaziz’in türbesi ve onun tahtan indirilip -yetmezmiş gibi bir de bahçıvan kılığına girmiş Bostancılara hunharca öldürtülüp- yerine şeklen geçirilen (sözümona deli; ama aslında delirtilen veya deli ayağına yatan) sevgili V.Murad dahil tüm padişahlara ulaştım. Ama Aziz'inki hariç! (Without/ Ohne/ Sauf Saint-Aziz!).
Sordum, "arkalarda bir yerde kilitli bir kapının ardında" dediler. "Halkın ziyaretine onarımdan sonra açılacak" diye de güvence verip teselli ettiler beni (fesüphanallah! iftar vakti bir deli kayıtlarda, alınlıklarda, girişteki kitabelerde bile adı geçmeyen bir eski zaman padişahı peşinde!)...
Tam vuracaktım kendimi Küçükayasofya yollarına, bir başka "kesikbaş" Hüseyin Ağa Efendi'nin türbesini bulmaya, telefonum çaldı; sanırım "Ömerix gezegeni"nden izliyorlar olacaklar beni: Ömer (Uluç) Bey önce hal hatır sorarmış gibi yaptı, ben de buna benzer cevaplar verdim. Ama sonunda itiraf etmek zorunda kaldım: İstanbul'daydım ve bir takım gizli amaçlarla Aziz'in hatıratı peşindeyim dedim. Renk vermedi (işin içinde Elfe’nin olduğunu sandı). "Ben çok dağıldım" dedim, kendimi affettirmek istercesine. "Gel" dedi, "biz seni burada toparlarız". “Hem sonra Işıltan da yanımda" dedi. Son ödev teslim tarihinden beri ortalıklarda görünmeyen Sanat Tarihçisi Işıltan hanım anlaşılan iyiden iyiye başka gezegenlerin çekim alanına girmiş, kendi yörüngesine oturmuş... Keşke gitseymişim, bu Ömer’i sondan önceki görüşüm olacaktı. Bir yıla varmadan onu da kaybettim.
Ben ise Sanat Tarihçisi değilim, şekilde görüldüğü gibi, peşine düştüğüm konuları çok fazla şahsileştirdiğim için "filozof" da olamadım. Benim yörüngem Konya'daki Alâaddin türbesinde gördüklerimden ve Kubad Abad'ı tanıdıktan sonra artık iyice şaştı: Abad'ın Keykubat'ı öldürmesi, Beyşehir gölü kıyılarındaki yazlık sarayında yapılan kazılar sonucu çıkan o inanılmaz çinilerin üzerinde gördüklerim beni iyiden iyiye yörüngemden çıkardı.
Sakin sakin "Ateşgene" şiirleri yazıp, "Hodja Efendi'nin kırklara karıştıktan sonra mânâ alemindeki hallerini kırk bölüm halinde kurmaca biçiminde" derlemeye vermişken kendimi, birden yörünge şaştı ve kendimi 12. ve 13. yüzyıl din ve estetik savaşlarının tam ortasında buldum. Tarafsızlığımı korumam ve bir yabancı olarak damarlarımda akan kanın rengini belli etmemem lazımdı. Mardin Artuk Üniversitesinden bazı açılımlar için ön kayıtlar başlamış bile ama ben hala alengirli tozlu yollardayım. Ancak gördüklerimin de şakaya gelir bir yanı yok, ama iyi ki müzelerde sergilenen parçaları her gören benim gördüklerimi göremiyor...
Konya Karatay Medresesi Müzesi müdürü koruması altındaki parçaların ne anlama geldiğini bilse önce dinden çıkar sonra intihar ederdi herhalde; Antalya'da ise, kapısı dışında zaten olmayan, müdürsüz, benim de zaten sormadığım kimse kalmamasına rağmen (-keşke kimseye sorup açık etmeseydim, ama önceden bilemezdim böyle olacağını-) tamamen tesadüf eseri, oradan başka karanlık emellerle geçerken okuduğum (ortada başkaca delil olmamasına rağmen) kitabesinden keşfettiğim, içinde şimdi inlerin cinlerin cirit attığı, o sevimli kuyusuyla "Liman Camii" (yani aynı Olimpos Antik kentindeki gibi bir çeşit "hamamlı Liman Bazilikası") yakınlarında bulunan Karatay Medresesi alanı içindeki "Salihler Evi" (Dar-üs Süleha)... Aman Allahım ben nereyi tarif ediyorum böyle... Susmam lazım artık.
Bu gizli kalması gereken şeyler bir ortaya çıksa, belki sonu iyi de olacak din savaşları (tarihte belki de her zaman son’u iyi olmuştur şeylerin, yoksa zaten olmazdılar) iyice alevlenir ve benim de buradan hiçbir şey belli etmeden sağ salim kaçmam artık imkansız olurdu.
Mümkün olduğunca "aptal turist" çizgimden kaymamaya devam ederek tatilime sanki hiçbir şey yokmuş gibi devam etmem ve normal yollardan kafileler halinde Varan turizmle İstanbul'a dönmem ve Sultanahmet, Eminönü gibi yerlerde dikkat çekmeden bir müddet dolaşmam gerekiyordu.
Şimdi elimde tam yüz doksan altı tane İstanbul Evliyası adresi, altmışa yakın da Sahabe kabri krokisi var. Bunların çoğunun üstünde kitabesi bile yoktur Allah bilir. Bu adresleri, çok gizli ibaresiyle, Burdur Otogar'ında Lokman Hekimlik yapan Hayal Meyal Cinci Hoca'dan aldım. Şimdi en yakındakinden, Küçükayasofya Camii bahçesinde yattığı söylenen Kesikbaş Hüseyin Ağa'nın kabrinden başlarsam, sonra Sirkeci'deki alakasız bir şekilde "Arpacı" tabir edilen camii girişindeki Kadiri'ye sorarsam acaba bir cevap alabilir miyim? Yoksa dosdoğru Tophane’deki Kadirî İsmail Efendi dergâhının bir köşesinden fışkıran kaynaktan soğuk su içerek mi işe başlasam? Bunca kabirden biri illa ki bir şeyler biliyordur ve konuşacak günün birinde...
Hollandalı fotoğrafçı kadın da gece mezarlık çekimleri için izinlerini alırsa, o, zahiri görüntüden ben ise batıni tarafından umarım ele avuca gelen bir şeyler yakalayabiliriz artık.
Kısacası tatil bitti, ama menbaa bitmedi: kaynak tükenmedikçe yola devam...
Şems'in kuyusundan su içtim ben,
Kırk halden yedisine üçüne girdim ben...
(Ateşgene, 29-Ağustos-2009)
yıllarca unutmadığım şekil..
YanıtlaSil