AYALTI ÂLEMDEN BAZI
BELİRTİLER – REMİLLER –
REMİZLER
Ve yeni bir ilim icabı
(Sahih, gerçek) toplumsal ilişkiler
ve üst yapı kurumları (bağzı içtimai müesseseler) hemen her zaman bire bir
uyuşmayan, kendi özerk (muhtar) gerçeklik alanları olan görece (itibari) ve farklılık
gösteren yapılardır. Birbirlerine teşmil edilmelerinden, birbirlerinin
tedavülüne mütemadiyen bir rabıta farkı ile girmelerinden, eksi sayıların meontolojik
hakikatinin asal sayıların müspet değerlerine galebe çalmasına bir netice almaksızın
benzemeye devam etmelerinden birkaç asır
önce de dogmatik aklın barok ışığında Leibniz’in matematik argümanlarında infinitezimal
hesaplama yönteminde Astronomi ilminin hizmetine sunulmuş idiler.
Filhakika, insanlık Astronomide birkaç
asırdan beri bir hayli ilerlese de bir Kozmoloji kurmak bir yana, ‘Kozmolojik
bir İde’ye bile sahip olmaktan ırak görünmektedir. Hal bu ki, Ayaltı dünya Ay’ın
karanlık yüzüne benzemeye devam etmekte, “üst yapı” da bütün muhkem müesseseleriyle saydam
bir nitelikte görünmemektedir; koyu, ağdalı bir mayi nispetindedir. Yani
belirli bir dönemde içinden bakıldığında (dışından bakmak için dışına
çıkabilmek lazım gelir ki, bu da uzaya giderek olmayacağı asrımızda anlaşılmış
bir vakıadır) ardında yatan ilişkiler ağı ya da yumağı ne yazık ki (“ô Pêre
Chastel!”, diyordu Epikürcü Diderot) açıkça görünmez. Basit ve iradi bir
şekilde toplumsal ilişkilerin çarpıtıldığı, gizlendiği düzgü düzgü bir
düzgülenme (codification) olduğu sonucu çıkarmak gerekmez bundan. Ama büsbütün
saydamsız olduğunu da söyleyemeyiz elbette. –“Bir ‘bilim’ gibi değişmez bir
nesnesi olan bir varlık alanı değildir o.” (“Türkiye’de Hukuk”, M. Belge,
Cumhuriyet) diye buyurmuştur bilimin kurulan, nesnesinin de bu kurguda kurulan
bir şey olduğundan habersiz olmaması gereken bir zat.
En azından T.C. özelinde elimizde
olan en saydam şey şu gibi görünmektedir; yakın bir zamana kadar bütün kurumlarıyla
kendini batılı gibi göstermeye çalışan bir burjuva devletinin, ülkedeki feodal
sömürüyü ve taşeronluk aracılığıyla oluşmakta olan kütlesel proleterleşmeyi
gizlemeye çalışarak ve bir “millet-devlet” edebiyatıyla halkları baskı altında
tutarak, söylemlerinde ülküselleştirdiği demokrasinin tam tersi bir yönde
savrulmasıdır. Uyarıyoruz, ikaz ediyoruz, ama elimizden bir şey gelmiyor diyordu
müşkil durumda kalan bir yandaş şair.
Halk bir yandan Şark’ın o bin yıllık
ustalıklı deneyimiyle ikiyüzlü bir kültüre alıştırılmakta ve alışmaktadır, öte
yandan da yine aynı deneyimle onu (yani kendisini) bir kez daha –bir salto
hareketiyle- tersine çevirecek (aslında “bir fotoğrafın Arabı” gibi ifşa edecek
–Ece Ayhan) bir gediğe doğru
çekilmektedir. Halk kendince, hasbelkader bir öteki kültürü yaratmakta, ancak
resmi kültürün ritüellerini de aynı bir yağmur, fırtına imişcesine bir “doğa
olayı” gibi (iş çıkışı Cuma darbelerini de
belki bir pembe deprem kuşağı gibi) karşılamakta ve ceketini ilikleyip saygılı
bir sessizlikle geçmesini beklemektedir. Halk devletten kibarca kendisini “ötekileştirmemesini”
rica etmekte, Devlet’ten de “duruma göre
icabına bakarız” yanıtını almaktadır. Darbelerden biri bitince başlayan öteki
hayat da böylece değerli bir içeriğe ulaşmaktan mahrum bırakılmış olmaktadır
(sosyo-psikolojik bir tespittir bu). Böylece –topyekün “insanlar” dememek için-
bütün bir “orta sınıf” da inanılmayan bir değerlilik ile (geçici olup
olmadığını göreceğimiz) inanılan bir değersizlik arasında yine şizofrenik bir
konuma itilmektedir (bu da evrensel
lisanda proleterleşme oluyor zannımızca, isterseniz aramızda buna, karşıdan
bakarak ‘popülizm’ de diyebiliriz).
Bu örnekte yeterince derinleşildiğinde
görüleceği gibi, insanların gerçekte yaşadıkları ile bunların kurumlar
düzeyinde görünüşleri arasındaki “çelişki”, hiç de basit olmayan bilinçsiz bir
yapının, garip bir matematik denkleminin konusunu oluşturur; ve tek bir birey söz konusu olduğunda da, en
azından bütünleşememiş bir dilsel yapı olarak kendini göstermekte, bu da her
zaman şizofreniyle sonuçlanmasa da paranoya hezeyanlarına da kapı açmaktadır
(çünkü “mutsuz bilinç” sonsuza kadar mutsuz kalmak istemez, bölünme onu
paranoyaya sevk eder; siyaseten totalitarizm ile popülizmin evlendiği nokta da
burası olsa gerek, ama bunun boşanması daha da korkunç olur, çünkü devlet “boş
ol” deyiverir bir gün halka).
Elimizde şimdilik veri olarak bulunan
şeyler bariz belirtik (semptomatik) yapıda olan şeyler: İnsanlık tarihinden bir
dizi belirti… Üretim (gerçekte üretim görünümü altında yıkım ve özyıkım) ilişkilerini
dönüşüme uğratan yeni teknik yordamlar da bu bilinçdışı gibi yapılanmış
yapıdaki “gediği” giderek açmaktadır; özellikle de her an kapıda tutulan fiili
veya potansiyel savaş tehdidi uylaşıma (consensus) olmasa da uysallaşmaya hizmet
etmektedir. Bir kavram olarak kurucu öneme sahip “kıtlığın” (=bugün basitçe “geçim
sıkıntısı”, “enflasyon” denilen şeyin ontolojik mütekabili) yeniden
örgütlenişine tanık olmaktayız. Sanki ilkel bir kabile gibi
yapılandırılmaktadır dürtüler, istekler, hazlar, bastırmalar, iki yüzlü sahtekârlıklar,
şarkılar, içi boş şehidlik (maşatlık, meşhed) edebiyatları, vb. Topluluğun
kendi kendini seyrettiğini sandığı aynada, organlarda bir mitosun mastürbatuvar
öğeleri, aynı Yunan antik tiyatrosundaki koronun işlevi gibi, kendi kendinin
katarsis’ini, katalepsis’ini, sağaltımını insanların bireysel vicdanlarını harekete
geçirmeden yapmaktadır; ve bu çok arızi kalmaktadır kanımızca. Ancak tek maraza
da bu değildir bu arazda. Topluluğun bu imge üretiminin normal dışının zahiri aynasındaki tersine dönmüş
imgeleri de Yasa’yı negatifinden imlemekte (Pavlus sendromu), libidonun yaratımsal
ve yatırımsal sermayesini, milli serveti, katma değeri, döngüye yeni katılacak
artı değeri, velhasıl gelecek kuşakları (mesela kapalı fetişizmi, Suriyeli fantazmı,
vb.) şekillendirmektedir.
Bu ve bunlar gibi “insan bilişi”ni,
yani sözümona “yanlış bilişleri” ve diğer birçok farklı fikir ve fikirsizlik
kurnazlıklarını, ister bilincin ve bilinçli yolsuzluğun, isterse de
bilinçdışının dilinin yolundan, yolsuzundan bize bahşedecek ilmin nesnesi
olmaya aday bu belirtilerin, remillerin ve remizlerin ışığında yeni bir “milli”
ilmin icadı, olmadı yeni yerellik enstitülerinin, köy, kasaba, muhtar ve
muhtariyet “ekollerinin” kurulması ve neşriyatı icabı ayna gibi ayan beyan ortadadır.