4.11.2014

Sallanan Yeşil Kolonya Şişesi

Evin içinde, odalarda, avluda, kapı önünde endişeli bekleyiş sürüyor ancak çocuklara belli edilmemeye çalışılıyordu. Karşı komşuların sarmaşıkların ardından parıldayan pencerelerinden içerde durumun şimdilik sakin olduğu izlenimi uyanıyordu. Avlularda, evin iç bölümlerinde fazlaca dolaşmamıza izin verilmiyor, gerektiğinde büyükler giriş bölümüne gelip bizlere hiçbir şey olmamış gibi davranmayı tercih ediyorlardı. İçeride, çok içerilerde, hatta evin diğer bölmelerinden geçilen diğer yapılarında, özenle korunan kıymetli yerlerde yabancı adamların olduğunu ve bunların şimdiye kadar görmediğimiz türden silahlara sahip olduğunu sezmiştik.

Büyük büyük büyükanne hacdan beri giydiği parlak yeşil, boynu kolları açık, kolyeli elbisesiyle antreye kadar gelmiş çocuklara yeşil sallanan oymalı cam şişeden yeşil kolonya ikram ediyor, ya da eder gibi yapıyordu. Zira biz çocuklarının gözü şişenin sallanmasından başka bir şey görmüyor, her defasından kolonya üzerindeki sararmış etiketteki yabancı dildeki yazılara odaklanıyorduk. Büyükanne evin en eskisi idi ve ağarmış saçları her zamanki gibi yapılı ve rujlu bir tebessüm taşıyordu. Saçlarımız okşanırken gözümüz bir zamanlar cirit attığımız evin iç koridorlarına ve oradan çıkılan avlulara, diğer bölmelere takılıyor, ancak bir şey görmemiz kibarca engellenmiş oluyordu.

Bizi ev dışına bir yerlere –gezmeye- götürmeye kalkıştıklarında otomobilin penceresinden evin üstüne tırmanan virajlı yoldan vaziyetin bütününü görme umuduyla meraklı bakışlar atıyorduk; sanki komşuların çürük, göçük damlarında üzerleri beyaz alçı sıvayla kaplanan ve alüminyum folyo kaplı küçük pencereleri olan ve daha önce hiç görmediğimiz bir takım havalandırma borularının inşa edildiğini fark eder gibi olduk. İçeride bir yeniden yapılandırma gayreti ve telâşesi var gibi görünmekle birlikte her şey sakin, bacalar hafif dumanlı tütmeye devam etmekteydi. Otomobil yolda kıvrılıp tepeye doğru çıktı ve ev gözden kayboldu.

Rampalı yoldan hızla bizden daha büyükçe bir çocuğun kaykayıyla yoldan geçtiğini görüp şehirde, yollarda her şeyin düzgün gittiğine dair bir rahatlama hissine kapıldık. Çocuk kaslı bacaklarıyla kaykayının üzerine abanmış bir şekilde her zamanki gibi bize sadece bir göz atmakla yetinerek hızla geçip gitti. Şimdi şehrin daha kalabalık ve işlek yerlerini uzaktan görebileceğimiz üst yollardan gidiyor ve bir yandan da ufukta masmavi denizi görüyorduk.

Aşağıda otobüs durakları, pazar yerleri, belli belirsiz her zamanki kalabalık, işleyen bir trafik görülmekle birlikte karşıki tepelerde sıraya uzanan ve eski devrilerden kalan yarı yıkık han biçimindeki hurdacı dükkânlarında bir değişiklik gözlemleniyordu. Bu tepeler beyaz bir kireç boyayla sanki bir gecede üstün körü boyanmış ve ne olduğunu kestiremediğimiz yeni bir faaliyet alanı haline gelmişti. Şehir eskisi gibi görülmekle birlikte farklı bir faaliyet içinde gibiydi; tepelere ise kimlerin yerleştiğini, neden bir örnek üniforma giydiklerini kestiremiyorduk. Düşmanca bir görünüm sergilememekle birlikte, tepelere yeni yerleşenlerin bu şehirden olmadıkları, hızlıca derme çatma bir şekilde oralara yuvalandıkları ya da yerleştirildikleri izlenimi uyanıyordu. Şehirde ise faaliyet az çok normal bir şekilde sürer gibiydi.

Bizi taşıyan büyüğümüz, emektar ağabey otomobili durdurup yürümemiz gerektiğini söylediğinde; bu kez merdivenlerden rampayı tırmanmaya devam etmemiz gerektiğini anladık. Karşı tepeleri görmeye devam eden bu yine beyaz badanalı beton korkulukları olan şarampolü tırmanırken bir yandan da şehrin giderek çukurda kalan işlek yerlerine göz atmaya çalışıyorduk. Etrafımızda sanki bizim gibi birkaç gezgin de bu yüksek merdivenleri tırmanmaya çalışırken birden misket türküsü duymaya başladık; nerden geldiği belli olmayan misketler beton merdivenlere vınlayarak çarpıp sekiyor ve bu da bizde daha hızlı tırmanma ve kaçma hissi uyandırıyordu. Misket türküsüyle seke seke yaptığımız bu tırmanışın hızı bir süre sonra azalan misket vınlamalarıyla azaldı ve durma noktasına geldi: Nefes nefese kalmıştık. Misketlerin karşı tepelerden geldiği izlenimine kapıldık, ancak oralar da artık görünmez hale gelmişti. Acaba bizi arkamızdan kovalıyor olabilirler miydi?

Nispeten korunaklı bahçesi koyu servi ağaçlarıyla kaplı olan diğer malikânemize gelmiştik; ama benim buraya ilişkin bir anım yoktu, ilk kez geliyor gibiydik. Ya da buraya gelmek için şehrin işlek olmayan tepe yollarında bir tam tur yaparak evimizin girilmesine müsaade edilmeyen diğer bölmesine gelmiştik: Burayı yine de hatırlamıyordum, ya da tamamen bambaşka bir yere dönüşmüştü. Kapıdan rahatça girdik, bizi babam karşıladı ama içerisini hala hatırlayamıyordum.

Sık sarmaşıklarla kaplı koridor biçiminde uzanan bahçedeki mermer havuzlarda üzerlerinde daha önce görmediğimiz üniformalar olan, sakalları uzamış, bitkin görünüşte bir takım asker veya milisler yatar vaziyette sakin gözlerle bizim geçişimizi izliyorlardı. Demek ki evin girilmemize müsaade edilmeyen kısımları ya bir revire çevrilmiş ya da işgal altındaydı. Bu mazlum bakışlar ardında ne gizliyordu, evin diğer tarafları neredeydi? Aklımda hala biraz önce terk ettiğimiz evim ve büyük büyük büyükannemin sallanan yeşil kolonya şişesi vardı. Peki o neredeydi? Ne gibi bir tehlike altıdaydık, neydi bu gizlilik ve telâşe?

Sonunda sanki yine aynı yere varmak için yapılan bu tuhaf yolculuğun hedefine varmak ve belki de sorularıma bir cevap bulmak için babam beni bahçenin kuytu bir köşesine götürdü. Babam sanki bir mezarı açar gibiydi. Burada bir mezar olduğunu bilmiyordum; kaldı ki bu bir mezara da benzemiyordu. Bahçedeki bir ağacın gölgesinde duran, gömülü falan da olmayan kocaman baklava biçiminde bir sepetti bu. İçinden ondan çok daha küçük bir sepet kutu, onun içinden de bir takım rutubetten rulo haline gelmiş kıvrık fotoğraflar çıkarttı: “Deden aslında ölmedi” dedi.

Aynı sallanan yeşil kolonya şişesinin üzerindeki yabancı yazıları hiçbir zaman okuma fırsatımız olmadığı gibi, üzerlerinde bir takım yazılar olan bu fotoğrafları da tam görme fırsatımız olmadı. Bunun şimdi şehrimizde ve evimizde hüküm süren bu düzensizlik ve telâşe ile ne ilgisi olabilirdi?

Babamın verdiği bir cevap olmayan cevapta gizli olabilecek bir hakikat ise tüylerimi ürpertiyordu. Dedemin öldüğünü gayet iyi biliyorduk. Gömülmeyen, yaşayan bir ruhun evimizde ve şehrimizde olanlardan sorumlu olması beni birden ürpertti. Evdeki matem ve gizlilik havasından birinin ölmüş olabileceği hissine kapıldım. Birden eve doğru seğirtmek ve benden saklanan şeyin ne olduğunu öğrenmek istedim. Ancak yerimde tam bir tur attığım halde, olduğum yerden kımıldayamadım. Ben ölmüştüm.
2 Kasım 2014

1.11.2014

Oysa bu yapraklar seni iyileştirmişe benziyor...



(Yusuf Uğur Uğurel’in Oysa Bu Yapraklar Beni İyileştirmeyecek adlı şiir kitabı üzerine notlar. Yasakmeyve, 2014)

Ah biz'den bu kadar da çok muymuş?
Bir'den çok'u çıkarsalar elde ancak bu kadarı kalırdı dedirten bir kitap (kitabe) olmuş,
eline sağlık.
Levha yazarı olmuşsun dört elle sarılmışsın.

*
"Ele alırım, ele alınırım, ele gelen şeylerle oyalanırım /
Eşyalara gözler atfederim" -s.13 (ilk şiir)
"Keşke ilk kurduğum cümlenin içine gömselerdi beni de" (son dize)

*

"Ve ben takriben var'dım
Varolmayanlar arasında bir tesadüftüm" -s.42

*

"Ölümsüz bir tanıdığım var
Doğuda, çok doğuda
İlk anlamını yitirecek kadar..." -s.73
(Hegel'le beraber altına imzamı -contresigner- atacağım bir dize olmuş)

*
"Ve varsa bir dil Tanrı'nın intikamıdır olsa olsa
Kendine gel! Sana yeni bir dil vereceğim" -s.68
(iktidarıdır'ı intikamıdır diye tashih -sous rature- ederdim)

*

Redaktör Talih Bey!
-Öyle konuşmayacasın, böyle konuşacaksın!" -s.173

*

"Ve mezar açılırsa gök kapanır" -s.74

*

"Mutlak olan benim
İle ilikliyim" -s.75

*

"Hiçbir tesadüf tesadüfi değildir" -s.77

*

"kağıda düşen her şey yerinden edilmiştir ve işte
tüm bunlar bundan sonra sonsuza dek
yer değiştirecek; huzursuzca" -s.80
(çok doğru metonymie tanımı olmuş)

*

"yazarken yazılan olma / avcıyken av olma

antların ... zan altında kalması

köşeye sıkıştırılması

kafa sesinde tekrarlanması

cehaletin zerresine kadar erişememesi

tanrının onu kandırabileceği ihtimali

yazıyla sınanması

hiçbir şey anlamaması" -s.82-83
(çok doğru)

*

"sana zehir olsun bu mürekkep" -s.87

*

"Sonunda, bana, bunu da yaptınız." (Oğuz Atay, s. 97)

*

"Devlet beni bir kişi sanıyor" -s. 100
(evet, maalesef)

*

Ölüm tekrarlanmadığı için sadece anlamlandırandır" -s.106
("signifiant vide, pur signe, irréitérable" diyesim geliyor)

*

"Şiirle biz ancak Tanrı'yı biliriz" (Ceyhun Tuna, s.114)
(Spinoza'ya göre bu kaçıncı tür bilgi oluyordu?)

*

"Bensiz bir Tanrı düşünemiyorum" (T.Uyar mıydı? -s.117)

*

"Şu taşın dili olsa, konuşmazdı" -s.121
"önce ağzından kurtulmalısın" -s.144

*

"babam Tanrı olduğunda" -s.124

*

"en çok geçmişi sil tuşunu seviyorum" -s.126

*

"özdeşliği, onu temsil etmek için terk ederiz" (Novalis, s.132)

*

"Kendimden sıkıldım" -s.133

*

"alt alta yazmak bana iyi gelecek /
Öldü demenin ne çok yolu varmış ah!" -s.137
(evet Aristo'nun "varlık bir çok şekilde söylenebilir"
önermesi gibi)

*

Ölüm ağızlı bir kelime bana şahit oluyor
oyalanıyor benimle" -s.143
(evet, konuşturur)

*

"Bu hikayenin anlatacak hiçbir tarafı yok" .s166
(Gılgamış'tan beri söylenmiş en özlü söz)

*

"Birinde tesadüfen vicdan inşa etmek...
Böyle bir işlevi olabilir mi tüm bu yazılanların? .s.171
(MEB müfredat kitaplarına girmeye aday cümle)

*

"Daha fazla yazsaydım delirecektim" -s.174
(Flaubert'i mi tersine çeviriyor bu dize?)

*

"Levhalar yazarıyım ben" -s.179
(2 defa tekrarlanması 2 adet antlaşma metni
baştaki "Yaz" ile sondaki "Duy"a gönderme yapar gibi...
Mesleğinin reklamcılık olması dışında tabii..)

*

"Nasıl anlatırım içimdeki boş levhayı size.." -s.180
(Hoş geldin: kitabe, sunak -sormuşsun Uyar'a-)
"Bir kitabı, kitabeye çevirmek zorunda olmak! -s. 187

*

Bence iyi çevirmişsin, eline sağlık...
"...haykırmaktan başka? -s.180

*

Haykırmadan yapmışsın:
"felsefeye daha yakın yerlerde dolaşarak" .s.186
"Ancak bu oyunun içine sığdırdığım bir ontoloji olduğunu da yadsıyamam" -s.178

*

"Oldu, o halde, başkasının fiili. Biz kalanların ağzında, başkasının fiili. Sonu." (M.B. -s.190)
(Teşekkürler bu onto-mimetolojik paslaşma için.
Ama ben bu metni ve özellikle de diğer s. 47'dekini yayımladığımı sanmıyorum.
Sence yayımlanma zamanları geldi mi?
Ya da bu "bekleme" uğurlu mu uğursuz mu oldu?)

*

"Yaklaşık 7 yıldır yazdığım bu kitabın..." -s.191
"Yedi yıl uğursuzluktan SONRA
aynasını kırdı o" (F.Ponge, s.120)

*

Gövde-metin ile alt metinler typographique olarak da haberleşiyor...
Belki de senden habersizce...