19.08.2012

TARİH ÜZERİNE SAVLAR: Balkan Sorunu ve Bogomiller

(Balkan Sorunu ve Bogomillere ne oldu?
ya da Deliorman ve Tuna Şeyh Bedreddin'i Doğurunca)


Reste la chariat pour les descendants des Bogomiles que la Papauté avait livrés au joug Ottoman”...

Kimse Balkanları düşünmedi. Düşünceye bir meydan okuma olan Balkanları gerçekten anlamaya çalışmadı. XX. yüzyılda işler daha da kötüye gitti: bir miyopluk etkisiyle, özet bir görüyle, Balkanlar’da 1914 devrimiyle geldiği varsayılan “Rus etkisi”nin gerçek derinliğini çözemediğimiz için I. Dünya Savaşı sonrası önce bağımsızlıklarına kavuşan sonra da iyice içine kapanan Balkanları anlamamaya devam ettik. Türkler ve sıradan tarihçileri söz konusu olunca, Balkanlardaki “Türk veya Osmanlı etkileri”nin çetelesini tutmaktan, Osmanlı Arşivlerinin hacmiyle böbürlenmekten, bütün Balkanların -sanki tapu kayıtlarından ibaretmiş olduğu varsayılan- “hafızası”nın bu arşivlerde saklı olduğunu yinelemekten, ve arşivi daha baştan içine girilmesi gereksiz, yekpare bir şey olarak damgalamaktan öteye gidemediler.

Türklerin Anadolu tarih sahnesine çıkmasından çok önce ve uzun süre hüküm süren Bulgar Krallığı, hemen Göktürkler’in Türklüğünü kaybetmiş bir boyuna indirgeniverdi, ve bu da en az “Hristiyan veya Musevi Türkler” meselesi kadar tarihin karanlığına terk edildi.

Peki, Osmanlı hâkimiyeti öncesi, örneğin X. yüzyılda Balkanlar’da tam olarak ne oldu? Örneğin Bogomiller kimdir? Erken Rönesans’ın sadece Bağdat’da Şam’da, Endülüs’te, bazı Selçuklu Anadolu Beylikleri’nde değil, Balkanlarda da yaşandığını söyleyebiliriz: Bir Rus papazı, Papa’ya kafa tuttu ve Balkanlar’ın, Orta Avrupa’nın, Polonya’nın ve hatta Fransa’nın güneyinde, Toulouse’a kadar Cathare’ların öcü alınmaya başladı (fantezist sav).

Bahsettiğimiz coğrafya ancak tarihe yamuk bakarak kestirilebilecek cinsten, ve de olmuş olanların veya olduğu varsayılan şeylerin belli bir öz sezisine sahip olmayı gerektiriyor. Arşivlere tersten girmek ve sorunun adını şu şekilde de koymak mümkün: “Peki Şeyh Bedreddin kimdir ve Deliorman tam olarak neresidir?” (şairane sav).

Aşağıdaki yazı bir isyan tarihine katkı olarak da okunabilir, ama esas yazılış bağlamı Şumnu (Schumen) neresidir ve neden onu Papalık bütün Bogomiller gibi Osmanlı’nın ellerine teslim etti? “Peki o teslim oldu mu?” sorusu da esas meselemizi ilgilendirmektedir, tabii eğer gerçekte –tarihçilerde pek itiraf edilmeyen bir yöntemle- kendi atalarımızın bizzat, Osmanlıların Balkanları boşaltması sırasında Şumnu’dan İstanbul’a göç ettikleri meselesini incelediğimiz (örtük sav) ihtimalini bir kenara bırakırsak…

İncelememizin, önce sınamaya sonra da savunmaya çalışacağı cesurane sav –bundan ibaret olmamakla birlikte- şuna indirgenebilir:

I. Sav: “Balkanlar, Osmanlı’ya Papa tarafından tepsi içinde sunuldu”.

Bu sav, Osmanlı tarihine ilişkin olarak, en azından kuruluş ve başlangıçlarıyla ilgili savlarda bir alt üst olmaya yol açmasa da önemli bir bakış değişikliğini, hatta reformu, bir devrimi haber veriyor. Ve bu devrim sadece tarihle ilgili değil, her şeyden önce bugünü anlamada yol gösterici olacak.

Bizim savımız sıradan tarihçilerde rastlanan “fetihcilik” ve onun rolünü abartma indirgemeciliğinden kurtuluyorsa da, Osmanlı’nın tarihte saf bir askeri güç olarak fail olduğu veya “kullanıldığı” gerçeğine helal getirmeyip bu görüşü destekliyor. Her iki durumda da bir “güç”ten (saf veya değil) söz ediyoruz. Şimdi ise bu gücün formu ve “form” / “güç” ilişkisinden bahsetmek ve savın topyekûnluğunu analitik olarak parçalarına ayırmak lazım.

Savımızı geliştirip ayrıntılandırarak devam ediyoruz:

2. Sav: “Osmanlı Bogomilleri Müslümanlaştırmak ve zaptı zapt altına almakla kerhen görevlendirildi.”

Sav, örtük biçimde bu görevlendirmenin (“kerhen”) “Papa tarafından” yapıldığını varsayıyor. Peki Papa neden Bogomilleri tam olarak kendisi Hristiyanlaştıramadı? Böyle bir gücü vardı, ama o güç Bogomillere işlemiyordu, diyebiliriz. Papa’nın böyle bir “görevlendirmeyi” resmen yaptığı “tarihsel bir belge” (fetva, ferman, mektup, vb.) bulmayı umut etmek yerine, Papa’nın bu fethe nasıl “kerhen” göz yumduğu, bunu kolaylaştırdığı veya “izin verdiği”, “olmaya bıraktığı”, hiçbir şey olmasa bile analoji yoluyla, daha ileriki yüzyıllarda Papa’nın kendisinin Şarlmayn ile rekabeti yüzünden Barbaros’un Tunus’u fethini nasıl “teşvik ettiği”, Malta ve Rodos şövalyelerine “dur emri” verdiğinin ispatlanabilir olması gibi, ispatlanabilir.

Demek ki, öyle bir Osmanlı’dan bahsediyoruz ki, “kendi Anadolusu”nun daha feth edemediği iç bölgelerinde (Konya, Karaman, İran sınırı, Doğu, Güney Doğu, vb. –Tarih’e yeterince yamuk bakamadığımız için olsa gerek, nedense bu listede sadece Anadolu coğrafyasını sayıyoruz, sanki Osmanlı anakronik bir şekilde böyle bir “Misakı Milli” kavramıyla yola çıkmış gibi) daha halledemediği dini sorunları (hangileri?), İstanbul’un fethinden çok önceleri, biraz gözü kapalı, yani gözü pek olarak açıldığı –demek ki gücü veya formel gücü diğerlerine değil buna yetiyor veya stratejik (formel) nedenlerle önceliği buna veriyor- Balkanlar’da gene gözü kapalı (pek) olarak, kendine rağmen çözmeye girişti.

Bu savın her bir kelimesi ispatlandığında sadece tarih kavramımız genişlemeyecek, ama Osmanlı’nın neden Balkanları (anekdotik olarak diyelim Şumnu’yu, benim ata toprağımı) kaybettiği zaman çöktüğünü de savımızın ilaveten bir sağlaması veya doğrulaması gibi ispatlayacak. Tarihe yamuk bakmak, demek savları tersinden ve düzünden iki defa ispatlamaya imkân veriyor.

Şumnu hakkında sadece şu bilgiyi vermemiz, bir amblem olarak şimdilik yeterli olmalı. Ruslar Balkanlar’da her yeri askeri olarak işgal ederek Osmanlı’dan geri aldıkları halde, sadece Osmanlı’nın garnizon kenti olan Şumnu’ya gir(e)memişler ve de nüfus “mübadele yoluyla” Osmanlı topraklarına nakledilmiştir. Şumnu acaba neden bir tür (diplomatik) dokunulmazlığa sahipti Rusların gözünde?

Savımızı biraz daha ayrıntılandırıp geliştirerek yinelersek devasa bir boyut alacaktır:

3. Sav: Bizzat kendisi de (herhangi bir Selçuklu Beyliği olarak) Selçukluların dağıldığı zeminde yeşeren Anadolu (Ön)Rönesansı’nın
3a- (sav içinde devasa bir sav daha) bir tür ürünü (sonucu) olan Osmanlı beyliği (beylikler arasında sadece bir beylik), Tarih’in (bu kez Papa’yı işe karıştırmak, savımızın tarihsel vahametini hafifletmekten öte bir işe yaramayacaktır) ona altın tepsiyle sunduğu bir fırsatı
3b- (bu fırsat, Selçuklular döneminden başlayarak neredeyse sadece Marmara Bölgesine sıkışıp kalan devasa ve stratejik Bizans İmparatorluğu’ndan geriye ne kaldıysa -Constantinopolis- onun komşusu / doğal rakibi / öğrencisi / halefi olmaya da indirgenebilir) yakalayıp
3c- (bu başlı başına bir zaferdir tarihte, kutlanacak tarihi olamayan, tarihi belirlenebilir bir şey olmayan), Bizans soylu aileleri ve yönetici sınıfın
3d- (Paleologos –yıldızlı göklere hükmeden İsa’nın doğumunda bulunmuş “rois mages”-, Commagenos –sentez üstüne sentez yapan ey Anadolu etnik halklarına hükmeden yeryüzü kralları) siyasi dehalarının
3d- (yönlendirmelerinin, öngörü ve kendilerini –Papalık ve özellikle de istilacı Haçlılardan- savunma mekanizmalarının) ve pragmatizlerinin bir sentezi
3e- (yeni ek bir sav daha: Osmanlı, Bizans’ın bir sentezi) olarak Batı’ya açılma şansını buldu.

Edirne’nin bir garnizon kenti olarak kullanılarak “göçebe savaş makinasının” (G. Deleuze) Başkenti haline getirilmesinde hiçbir komplekse sahip olunmadı: Edirne’yi alan Varna’dan bütün Tuna boylarına, Orta Avrupa’ya, Macaristan, Moldavya, Avusturya, hatta Polonya’ya kadar etkili olabiliyordu. Vice Versa: Kuzeyden bakınca da Ruslar için aynı durum söz konusuydu.

Dolayısıyla, “molar” aktörlerin kimliğinden bağımsızca, aslında ortada “minör” (önemsiz anlamında değil, tam tersine derin ve esas belirleyici anlamında -G. Deleuze) diyalektiğin iki unsuru savaşıyordu:

4. Tarihsel Genel Sav:

Minör Diyalektiğin uzun vadesinde savaşan iki unsur: Bir yandan Papalık ve İznik (Konsili) teorisi (bu teori Bizans’ın fikrî zorlamasıyla, bir aktör olarak ona rağmen değil ama onunla hesaplaşmadan geçerek masaya konulmuştu: Ve artık “masa teorisi” olarak iş görecekti); diğer yandan bu baba-oğul-kutsal ruh teorilerine gülüp geçen köylü ve göçebe halkların savaş makinası: Slavlar, Bulgarlar, Makedonlar, hatta Luther ve Thomas Münster’den, Kalvinizmden ve yüzyıllar süren din savaşlarından sonra Slav-Almanları / ya da Alman-Slavları (daha sonra “Berlin’deki Ruslar” olarak, içlerinde Lenin’in de başı çektiği ama kendisiyle özdeşleştirilemeyecek Bolşevik Devrimi buradan itibaren kendi diyalektiğine, özellikle de bu yazının konusu içinde ele aldığımız Balkan diyalektiğine doğru yol alacaktı).

Şüphesiz, Slav halkı, onun bir yandan doğulu göçebe savaş makineleri olan Türklerle, diğer yandan da Alman-köylülüğü ve Teton Şövalyeleri’nin oluşturduğu savaş makinesiyle olan ilişkisi anlaşılmadan bu topraklar hakkında, dolayısıyla Balkan Sahnesi hakkında ciddi bir şey söylenemez. Ancak ele aldığımız bu sahnede ilave bir zorluk olarak Roma ve Helen faktörü de devreye girer ki, bütün bu “savaş makinesi barbar halklar”ın tarihinden çok erken bir dönemde farklı bir ara sentez geliştirmiş Roma İmparatorluğu taşrası veya hinterlandı olan bugünkü Romanya ve Mekadonya etnisitesiyle karşılaşırız.

Aslına bakılacak olursa, Osmanlı’nın önceleri fazla bir şey anlamadan girdiği bu topraklar Katolikleştirilemediği gibi bir türlü Sünnileştirilemedi de: Deliorman ve Tuna, jeo-stratejilerin, pakt ve ittifakların, kullanılma ve sömürülmelerin cirit attığı bu topraklarda Şeyh Bedreddin’i doğurunca, Osmanlı bunu (Şark’ta etkisinden kurtulmaya çalışıp bir türlü başarılı olamadığı bu bir tür Mesihsel “Şiiliği”) önce kendi iç hatasından, Anadolu’dan getirdiği yeterince Sünnileştirilememiş Türkmen halkların yeniden Alevileşmesi olarak yorumlayıp derhal bastırdı.

Osmanlı kendi iç isyanlarından bağımsız anlaşılamaz: İç isyanları ona bizzat kendisi gibi başkalarından diyalektik yoluyla miras kalmıştır: Roma ve Spartaküs ayaklanması bile Roma’yı anlamakta daha az önemlidir. Zira Osmanlı, başından itibaren, hep kendi dininin hem de başkalarının dininin (özellikle Anadolu evliya hrisitiyanlığının) ve sonradan da ilaveten Yahudi mesihciliğinin iç çatışmaları ve mezhep ayrımları üzerine kendi stratejilerini ve sentezlerini tayin ederek (olabildiğince) Osmanlı olmuştur. Ancak onun “molar” sentezleri, tarihte ondan önce sahneye çıkan veya çıkamayan “minör” dallanıp budaklanmaları üzerineydi, onlar içindi, dolayısıyla belirlenmişti. Buraya kadar bir sorun yok. Ancak diyalektiğin karar’a imkan bırakan “serbest bölgesi” diyebileceğimiz alanında, “ön okuma” ve “iyi okuma” gibi mahşerin en azından iki atlısıyla yol alınır…

Osmanlı’ya, erken bir dönemden beri iç içe olduğu Bilecik, İznik (yani Bithinya ve Nikozi) bölgelerinde, bizzat Bizans’tan ve onun üst kurumlarından formel devlet yönetim ilkelerini, ve belli bir arazi ethos’unu (habitat) alırken, sünnî-muhammedî akideleri de, yani Mısır, Bağdat ve Şam halifelerinin en parlak dönemlerinde bile henüz kansız halletmeyi beceremedikleri bir şeyi de bayrak açar, sikke basar gibi hutbede de gözetmesi talep ediliyordu. İşte bizim “çifte bağlanma” (double bind) veya “çifte düğün” diyeceğimiz şey de budur.

Konya-Karaman, Anadolu’da Selçuklu’dan miras (ama hangisinden? İyisiyle kötüsüyle kendi diyalektik çelişkileriyle; Beyşehir, Karatay ve hala yarası kanayan bir Kubad Abad efsanesiyle) son kale gibi, büyük ağabey gibi, keskin gözlü ama savaşa pek niyeti olmayan bekçi gibi, oradan, olduğu yerden (sonradan misliyle ödetilecek Balkanlara zorunlu göç politikalarından önce) ayrılmadan gözlüyordu.

Eski Aziz Başkent Konya (o Sezar’ın garnizon kenti Cesaeria/ Kayseri gibi değildi) şunu bilmek istiyordu: Osmanlı’ya, Moğol istilalarından sonra, (Konya’nın) biraz daha kendine güvenini yitirerek, Horasan’a, İsfahan’a ve tabiî ki Hicaz’a (güvenli olmayan Bağdat ve Şam, hatta Necef ve Kerbela’ya yan gözle bakarak) ajanlar veya hacılar göndererek kendi hinterlandını takip etmeye çalıştığı sırada, akın akın hala gelmeye devam eden Türk boylarını kontrol, iskân ve köylüleştirme misyonu bırakılabilir miydi?

Osmanlı, neredeyse Ergenekon’dan efsanevi çıkıştan beri İranlı ağabeylerinin kendisine telkin ettiği bu mesajı aldı ve tavizsiz göç kontrol politikalarını, Bizans’ın bile Anadolu’da sonuna mal olan bu meseleyi birinci elden ağabey olarak ele aldı (Batı Roma ise bu sorunu Anadolu’da garnizon olarak kullandığı kentlerde hem yerli Kürtleri hem de Türkleri istihdam ederek, kendi liberalliğiyle bir dereceye kadar çözebiliyordu): Erken Osmanlı hem Bizans hem de Konya-Hicaz-Halife eksenli politikaların (veya telkinlerin) taleplerini “ön okuma”yla anladı: zayıf kuş ona teslim edilmişti: Moğol ve Haçlı seferlerini önlemenin tek yolu Anadolu’yu yol geçen hanı olmaktan çıkaracak bu politikalardı. Osmanlı’ya bir “ön okuma” verilmişti de acaba bu “iyi okuma”, yani yeterli okuma mıydı? Elindeki medeni kanun şeriatı, sadece şehirleri dört kısma ayırıp Yahudi, Rum, Ermeni ve Müslümanlara kendi şeriatlarını uygulama izni veriyordu; ama bu kentlerde, en azından Yavuz Selim’den sonra, yerleşik Aleviye yer yoktu: onların meskun edildiği yerler Türkmenlerle aynı dağlardı.

Hal bu ki, Abbasiler, Emeviler, Fatımilerin, Büyük Selçukludan sonra da zorunlu olarak bazı Anadolu Selçuklu beyliklerinin anladığı gibi “Haçlılık”, askeri değil ama manevi kaynağı itibariyle basit bir mesele değildi (Emeviler ise sorunu şu şekilde çözmeyi denedi: madem Haçlılar bize geliyor, o zaman biz de onlara gidelim diyerek eşsiz Endülüs deneyimini yaşadılar, yaşattılar). Haç yorumları etrafında gelişen şövalyevari manastır fikriyatı, çoğu zaman heretik karakterde olup Moğol ve zapt edilemeyen Türk göçmen sorunundan daha derin bir takım ayrımları içeriyor ve Şam’ın, Bağdat’ın içinden çıkamadığı, uykuda bırakılan Kudüs’de de uyanmasından çekinilen batınî bazı fikirleri besliyordu. Bu ise, Bizanslıların kibri için sevimsiz ve barbarca, Türkler için İstanbul’u alıp Üçüncü Roma yapamadan gerisin geriye evlerine dönmek, Araplar için ise dinin sonu gibi bir şeydi. Ama işin aslı bu değildi. Ve asl’olanın kıyısında kalınca tarih anlaşılmıyor.

Peki bu fikirler neydi, nereden kaynaklanıyor ve nerede uyandırılıyordu? İznik ve neredeyse çağdaşı Muhammed bunların önünü neden tam olarak alamamış, köklerini kurutamamıştı? Bu okumayı Osmanlı ülemasının yapabilmesi çok zordu; ama Arap ve bir ölçüde de Farisi bunlar içinde kavrulmuş oldukları için bu konularda uyanıktılar. Esasen bütün Anadolu, bütün Balkanlar, Hazer, Farslar tarafından medeniyete dahil edilmiş Horasan Türk ülemalar, Slavlar, Alman köylüleri, Endülüs bile bir bakıma bu konularda uyanıktı: Araplarda ve Türklerde, özellikle Horasan’da Felsefe, Bilim, Batıda ise Şiir, Şövalye edebiyatı canlıydı. Bunlar daha sonra “fuzuli” olarak görülmese de kelam altına gizlenecekti. Osmanlı iyi askerdi belki ama dilini ve gönlünü Arabi ve Farisi’ye kaptırmıştı. Farabi, İbn-Rüşt uyanışları olmasa Yunanî ilimler iyice halı altına süpürülecekti.

Roma’nın yıkıldıktan ve heterojen ve egzotik fikirlerle dolu bir coğrafyada son mesihciliğin İsevi zaferi yayıldıktan sonra X. yüzyıl mesiyanizmi hala canlıydı. Tarihe İskender’in boşa kılıç sallamasından sonra yön verecek bir kılıç artık manevi olmalıydı: İskender, sadece halkların kolayca fethedilebilirliğini göstermiş ama henüz ne Roma eklektik sentezini ne de başka bir birliği sağlayamamış: liberal olma dışında, Roma’ya devredeceği bu ilke dışında, en fazladan Aristocu gramer ve kategoriyal ayrımların ihsan ettiği bir adalet duygusu ve hukuk dışında, formel olma veya formel kalma dışında, halkların phusis’ten kaynaklı taleplerine gene bu halkların yanıt bulmasını beklemek dışında önerebileceği, önerse de kabul görebilecek bir şeyi yoktu.

İşte halklar aslında kendi kendilerini beklemekteydiler…

Manastırlar, münzeviler, keşişler, Helen Stoa ekollerinden sonra bunun için vardılar: derin iç görüler, rüyalar ve manevi merhaleleri kat ederek alınan uzun yollar dışında, hastalıktan, korsanlık ve eşkıyalıktan zarar görüp öldürülmek dışında ortada talan edilecek zenginlik de kalmamış gibiydi: bekleme için güzel günlerdi, bu da bol yün, süt, taze et, sebze veriyordu…Peki bunların vergisini kim toplayacaktı, eşkıyadan halkları kim koruyacaktı. Osmanlı, Mesihsel düşlere aldırmadan yerleşik topraklarda kaymakamlık ve valilikler, ileri karakollar tesis etmeyle buralarda hâkim oluverdi. İşte bizim formel ve “molar” iktidar dediğimiz şey de budur, ve Roma’nın son dönemlerinde icat edilmiştir. Osmanlı da bu konsepti aldı ve uygulamaya koydu. Oysa Horasan, Artuklu başka modeller deniyordu… Hepsi Afgan cehenneminde yok oldular, resimleri, minyatürleri, Harezm stilleri bile gizli gizli taklit edilmekle yetinildi…

Oysa Roma kendi dinini revize etme pahasına bile kendi hinterlandını ve bunun askeri, mali kazançlarını sürdürebilmeyi başaramamıştı. Dini revizyon- liberalliğin pagan –çok tanrılı bir dinin- kanadının bu çok tehlikeli açılımı bazı gizemci eköllerin pratiklerinin hızla yayılmasına yol açmıştı: Museviliğin yekpare olmayan tekelini İsevilik kırmış ve hızla dünya dini olma yolunda dünyayı hellenistik-latin eksen etrafında birleştiriyordu.

Hristiyanlık Orta Doğu’da doğsa bile hızla Anadolu’da şekillenmiş, adeta bir ilaç gibi gelmiş, oradan da bütün Latinceye benzer bir şey konuşulan halkların görsel ve içtimai grameri haline getirilmişti. Mesihsel tutkular ancak bu yolla bir müddet dizginlenebilirdi: Makro kozmoz ile Mikro kozmoz tinsel bir evlilikle evlendirilip “Oğul dini” inşa edilmişti: Teorik İznik çözümü buydu. Gerisi ise Yahudilere bırakılması gereken ayrıntılardı: İslam bu boşluğu anladı, İsevi alegoriyi Yahudilerin peygamberlerine yeniden sahip çıkarak parçaladı (bunu yüzyıllar sonra aynı yolla değil belki ama, bu kez matbaa makinesini kullanarak Reform ve Protestanlık yapacaktı). İman (kadim olan, İbrahim’inki) yeniden tesis edilmiş, ama artık formel olmadığı için elde bir “iyi ahlak” ve “medeni kanun” olan şeriatle, çok fazla yerel uygulamalar (şeriat) içeren bir tektanrıcılıkla Roma-Hellen, hatta Slav coğrafyasında hakim olmak, evrensel din olmak çok zordu.

Bizans bile, Batı-Roma’dan koparak Doğu-Roma’yı kurma pahasına bir Doğu-Hristiyanlığı versiyonu geliştirmek zorunda kalmıştı. Halklar sanki kendi meşreplerine uygun bir din talep ediyor, en eksik oldukları yerden kamçılanmak istiyorlar; kamçıyı da önce komşu kabilenin yediğinden iyice emin olmak istiyorlardı. “Önce kendini kamçıla” fikri gerçek bir fikrî-ahlakî ilerleme için her sağlam tek-tanrıcılığın ve hatta evrensel olmaya aday Budizm’in bile üstün düsturu olmalıydı.

Tarihsel de olan ama tarihin basit bir ürünü olmayan diyalektik ikilemin unsurları kısaca şuydu: “Önce diğer halk denesin kamçıyı” ile “hayır sen kendinde denemeden onu da kendisini kamçılama fikrine asla ikna edemezsin”. “Hayır” diyen antitez, tarihi hareketlendirdi, farizyanizm (Pharisianisme ve Philistinisme) sona erdi. Tanrı artık bedenden geçecekti: Gerek İsevi imanın beden bulma öğretisi yoluyla, gerek ise bireysel ahlakın bireye bırakılamayacak bedensel-tensel şeriatıyla (İslam)…

Beden, içsel çelişkilerinden arındırılmış şekilde alegorize edilen antik beden sanat tarihinden kapı dışarı edildi: kimse ideal bedenle ilgili değildi artık. Zira kendi bedeni ve ona reva göreceği işkence veya özen onları artık birinci derecede meşgul ediyordu. Zaten bereket figürleri dışında pagan dünyada da resmedilmeyen kadın bedeni, bu yeni ağır beden politikasında kadının elinden bir kez daha alındı, politika yapıcısı erkeğin gözetimine bırakıldı. Meryem ve Magdalena figürleri İsevilikte bu eksiği doldurmaya çalıştılar, ancak doğurganlık retoriği (kutlu doğum) kendi pagan sentezinde bunu zaten gerektiriyor veya öngörüyordu.

Ne iyi ki, ne İsevilik ne de İslam yekpare olamadı, fikir alışverişleri bereketli modellerin hızla ortaya çıkmasına ve aynı hızla da bastırılmalarına yol açtı. Kırbaç dışında da çözümler vardı, esas mesele kırbacı Mısır Firavunlarından beri resmedilegeldiği gibi hükümdarın elinden gerçekten alabilmek, kendi tinsel kırbacını içselleştirebilmekti: Bunca siyasi ve dinî savaşın asıl sebebi asla bu olamadı tabii, ama dolaylı sonucu hep bu oldu. Ne de çok hükümdar eskitti bunun için dünya…

KAYNAKÇA:


-“Thèmes et sujets bogomiles dans la littérature médiévale écrite et la tradition”, Moscou, Deka- VS, www.recherches-slaves.paris-sorbonne.fr/.../...
Revue: Slavica Occitania, chez Dany Savelli (24 rue de Bayard, 31000 TOULOUSE):

-“Bogomiles et Cathares” (N.16), Direction : Jean Breuillard, Professeur de Slavistique à l'Université de Paris-Sorbonne
ARTICLES

-Sava Andelkovic (Docteur en Slavistique, Université de Paris-Sorbonne)

"Le dualisme bogomile dans La Lumière du microcosme du prince-évêque et poète P.P.Njegos"

-Petar Anguelov (Professeur à l'Université Saint-Clément d'Okhride de Sofia)

"Les principes moraux des Bogomiles

-Jean Louis Biget (Professeur émérite, Ecole Normale Supérieure, Paris)

"Les bons hommes sont-ils fils des bogomiles ? Examen critique d'une idée reçue

-Edina Bozoky (Centre d'études supérieures de civilisation médiévale, Poitiers)

"Le "Livre secret" des cathares : un lien entre l'Orient et l'Occident

-Anne Brenon (Archiviste-paléographe, Directrice honoraire du Centre d'Etudes cathares, Carcassonne)

"Le sermon des hérétiques. Mode et pratique de la prédication cathare méridionale aux XIIIe et XIVe siècles d'après les archives inquisitoriales

-Philippe Carbonne (Professeur honoraire de l'Université de Toulouse Le Mirail)

"Joan Bodon (1920-1975) et les "Bolgres"

-Dimitrinka Dimitrova-MARINOVA (Département de littérature médiévale de l'Institut de littérature près l'Académie des sciences de Bulgarie)

"Thèmes et sujets bogomiles dans la littérature médiévale écrite et la tradition orale bulgares

-Théophanis Dracopoulos ( Institut de théologie orthodoxe, Genève)

"L'aspect ascétique du bogomolisme

-Jean Duvernoy (Historien)

"Les noms et la chose

-Ylva Hagman (Professeur à l'Université de Lunde, Suède)

"La cosmogonie de l’ Ecclesia Sclavoniæ et les controverses sur la Charte de Niquinta

-Pilar Jimenez Sanchez (Directrice du Centre d'Etudes cathares, Carcassonne)

"Le catharisme : une origine orientale à deux tendances?

-Hanifa Kapidžič-Osmanagič

"Mark Dizdar, poète hérétique

-Françoise Lesourd (Université de Lyon III)

"Le catharisme dans l'œuvre de Lev Karsavin

-Hélène Menegaldo (Université de Poitiers)

"Boris Poplavski, ou la tendance gnostique

-Annisava Miltenova (Professeur, directeur du Département de littérature médiévale de l'Institut de littérature près l'Académie des sciences de Bulgarie)

"Littérature apocryphe bogomile et pseudo-bogomile dans la Bulgarie médiévale

-Vesselin Panayotov : (Département de littérature médiévale de l'Université de Choumen)

"La vie de Pionios

-Sylvain Patri (Université Louis Lumière, Lyon II)

"Le nom de « Bogomilu »

-Jordan Plevnes (Ambassadeur de la République de Macédoine en France, auteur du scénario du film Le Livre secret [Interrogatio Ioannis] actuellement en cours de tournage près de Toulouse et en Macédoine)

"100 minutes pour 1000 ans, ou Voyage entre la copie et l'original. À propos du scénario du film Le Livre secret

-Julien Roche (Archiviste-paléographe, Conservateur de la Bibliothèque de l'I.U.F.M. de Lille)

"La Charte de Niquinta : un point sur la controverse

-Franjo Šanjek (Professeur à l'Université de Zagreb)

"Chrétiens bosniens : un amalgame de catharisme et de valdéisme

-Patrick Sériot (Profeseur à l’Université de Lausanne)

"Jamais l’Un sans l’Autre (Bref éloge du manichéisme)

-Paul-Louis Thomas (Professeur à l’Université de Paris IV)

"L’église médiévale de Bosnie était-elle dualiste?

-Georgi Vassilev (Sofia, Docteur en philosophie et en philologie)

"Idées et images dualistes dans l'œuvre de William Tyndale

-Francesco Zambon (Professeur à l'Université de Trente)

"La doctrine du monde supérieur chez Jean de Lugio et les “Albanais”

-Paul Castaing : "La formation du vocabulaire de l'architecture religieuse en Russie

-Hélène Menegaldo : "Les Russes à Berlin (1919-1937)

-Viviane Andrieu : "Bismarck et la question polonaise

-Michel Duc Goninaz : « En Pologne, c’est-à-dire nulle part ». Réflexions sur les origines de l’espéranto

-P. Caussat, D. Adamski et M. Crespon, "La langue, source de la nation. Messianismes séculiers en Europe centrale et orientale (du XVIIIe au XXe siècle)", Sprimont, Berlgique, 1996, par Roger Comtet

-J. Le Cann, J.-F. Le Cann, P. Combot et J. Huard, "Un Breton chez les Bolcheviks. Le carnet de Jacques Le Cann, de Logonna-Daoulas, à Moscou en 1917-1918, Montroules/Morlaix, 1993, par Sylvie Martin

-Olga Cadars : "Le fonds russe de la Bibliothèque de l’Université de Toulouse-Le Mirail

-Roger Comtet : "Vins d’Occitanie et tradition russe

-“Les innovations bogomiles et la proto-renaissance italienne”, The University Bishop Constantin of Preslaw, Shumen, Bulgaria, awarded Mr. Jean Duvernoy.
- “Bosna’da ve Balkanların farklı yerlerinde de rastlanılan hareket, Bogomile adlı bir Rus papazın kışkırtması ile X. yy. ikinci yarısında başlamıştır”. (www.insanveevren.wordpress.com)









18.08.2012

Déconstruction d'un Tableau de l'Archange Gabriel à Cordoba



Après “L’arbre des Apôtres”, deuxième tableau qui m'interesserait, parmi ceux qui se trouvent dans la Cathédral-Mesquita de Cordoba (premier à droit après l'entrée principal) est dédié à l'Archange Gabriel (Cebrail A.S.) qui est le protecteur de la ville de Cordoba.


L'analyse sur place, vite faite, est confirmée par la suite (cf. Mystériques, "La Théorie des Cieux selon l'Archange Gabriel -par sa propre plume", le 17 Août 2012, İstanbul) quoique énigmatiquement... Par la plume encore... Cette fois encore comme un appareil scriptural...

On voit deux plans séparés dans ce tableau: haut et bas... En bas (terre des mortels, celle des croyants malgré eux, etc) un évéque ou un dignitaire réligieux se plie devant Gabriel qui est inspirateur de premier ordre des Evangiles, pour ne pas dire celui qui les dicte ou préside à leur écriture (peut-être à toute sorte d'écriture). Et le religieux, avec son livre ouvert devant la Croix et les autres ustensiles qui servent à la Messe, donc sur l'autel, se plie pour peut-être demander des conseils ou des remèdes (deux petits anges en haut tiennent à leur mains cette inscription comme un incipite "Medecine Dei" -medecin de Dieu-, comme qualificateur même de Gabriel, messager ou médiateur comme Hermes entre les hommes et Dieu, ou la sagesse suprême: une sorte de traducteur, usant comme "pharmacon" de l'écriture: pour ne pas dire un "dieu" au sens de "divinité" d'écriture, maître de ce "supplément dangereux") pour la bonne comprehension des Evangiles devant cet ange.

Gabriel est catégorique: il indique d'une main les anges-enfants, qui tiennent également à leur main des inscriptions (que je ne déchiffre que le nom de Raphael, comme le présdigitateur de toute la scène). 1ère interprétation possible: Gabriel repond d'un signe de main qu'il faut se détourner des écrits, ne pas tomber au piège des dignitaires juifs qui ne se fiaient que ce qui est écrit, et obéir au nouveau sens de Foi-Amour en contradiction avec les Lettres, et aller directement vers les "petits" comme Jesus nous a enseigné. Visiblement correcte, mais l'aporie s'annonce avec les insriptions portées par les enfants: s'il s'agissait d'auto-référentialité du tableau qui ne renvoit qu'à l'ensemble du tableau à travers la geste de main de Gabriel, alors dans ce cas Gabriel ne repond pas véritablement: mais constate le fait par la performativité de sa main: c'est à dire l'act d'écriture...


Alors, qu'est-ce qui se passe dans l'étage en haut: sauf les enfants-anges, tout le monde en haut sans exception tiennent à leur main une plume d'écriture. En haut, c'est-à-dire dans le passé céléste, tous ceux et celles qui ont écrit ont sent cette difficulté d'écrire ou décrire la foi ou la sagesse suprême. La foi a besoin visiblement de ces apparâts d'écriture, et n'arrive pas s'en passer, mais elle indique, comme un guide, au delà de ce qui s'y écrit ou vu, peint, etc.

Voilà ce Gabriel d'écriture et le protecteur des enfants nous montre d'une main cette vieille aporie: dissolution des écrits des juifs (la Loi) selon nouveau ordre de Foi-Amour -et- l'obligation de l'écrire, si c'est possible sans tomber dans le même piege...
Quelle est alors la "nature" de cette nouvelle foi? Alors la reponse vient non pas de Gabriel lui-même, mais de ce petit ange qui se trouve en haut à gauche: Un enfant toute rouge pèche un gros poisson en transformant toute la scène, tout le monde d'en bas en un grand milieu aquatique, à part entière submergé dans le nouveau élément de Foi: eau!


Quelle eau? Ou plutôt où est l’eau? Alors qu’ il n'y a ni mer ni rivière, un baptême sans eau submerge les nouveaux croyants "comme s’ils venaient d'être nés", et tout y est péché/ pêché comme ce gros poisson pendu au beau milieu de la scène -indiquant et Jesus et Gabriel- et par là même sauvé, comme “nous”...

Si mon interprétation n'est pas exhaustive, elle baroque comme manigance même de ce tableau...



14.08.2012

L'Oreille du Touriste/ L'Oeil du croyant: Et l'existence Et l'abîme...

Espagne, mon nouvelle amour, et ses touristes italiens de crises conjoncturelles, et quelques jeunes français en chômage ou en stage éternelle qui s'y perdent ou qui s'y retrouvent dans les monts gîtans de Sacramento de Grenade, ont laissé -libéré ou réanimé- dans mes oreilles comme échos toutes les nuances de génie des langues latines, qui était restée à vrai dire pliée (ou célée) dans les consonnes imprononçables (autant dans mon esprit que dans la langue historique elle-même) sur elle-même -je veux dire dans celle (la génie) de la langue française- dont la maîtrise, seule entre tant d'autres, m'était donnée -par vous- comme cadeau...


De surcroit, Il/El(le) des articles franco-italiano-espagnole faisant rendez-vous avec "el" de l'Arab d'Andalousie... On était comblé venant d'autre bout de la Méditerrané (mais non pas malheuresement de Damas ou de Bagdat des Emévits, en tout cas pour l'instant)...

J'ai vu même l'Or abondant envoyé de Byzance sur le Mihrab (chef-lieu tourné vers Kiblé -à Mecque-) de Mosqué de Cordoba, en forme bien-sûr mosaique (roses foncées, verts foncés et beaucoup de noir en attendant la couleur poupre)... Où l'oeil se perd dans l'infinie abîme du Suprême sans autre colifichet (esprit faisant l'abstraction du "supplément" catholique) de circonstance de l'existence, pourtant les deux, elles-mêmes restant historiques (Et l'existence Et l'abîme)...      



(une sorte d'"âtre" en forme de Tabernacle)"êtres" ou "aîtres"...

Histoire ainsi conjecturée, nous prîmes alors nos congés de Rôme -dû à la nécessité du hasard, à cause d'une escale aviatique, pour revenir à celle, nôtre, de l'Empire d'Orient, qui n'était encore qu'une autre escale dans l'Histoire, comme chacun de nous...  

Quant à Istanbul, tandis elle était en plein bouleversement au niveau de circulation au mois de juillet à cause de travaux de Hercule en cours, elle s'est accalmie un peu au mois d'août avec une langeur et mollesse de Ramadan: un peu de Spleen-Août avant les rentrées hardies de masses estudiantines...  

Je ne t'userais pas bien-sûr à Istanbul dans les boulots de mecs (y a beaucoup qui chôment et sont préts à peindre ou  barbouiller les intérieurs des immeubles, et même les touristes français qui y font la péche à la ligne dans le eaux qui leur sont inconnues, par heure pour nos petits poissons, et grimpent sur nos figuiers saints pour savourer nos beaux fruits de la saison), mais tu vas surement effleurer de tes mains et de tes yeux "my rustic home" avec ce goût de féminité qui y manque pour de vrai...  



Veux-tu alors venir dans les dédales de mon esprit, alors que je m'apprête à prendre mes congés -encore- Et de moi Et de ma ville pour les fraîcheurs de -toujours- nouvelles eaux? Et pourquoi pas alors à deux, à trois, et à pas dançant en cadence? Je sais bien que la vie n'est pas une "dance de tapis" (comme on s'est aventuré d'exécuter chez Patrick et toi), ni qu'il n'y a ici des "tapis volants" à peu de frais; mais parce qu'on est libre et encore en vie...

Voilà mon songe de ce matin...

Merci

3.08.2012

Cerveau, c'est quel monde? / Beyin, hangi dünyadır?

''Le cerveau, c'est l'écran'' (Deleuze)

 "Beynin bir ekran" olması düşüncesi bana hala tuhaf ve sanki sorunlu görünüyor.



Bergson "herşey imge" derken, aslında bunu küçümsemek için söylüyordu: Düşünce denilen şey zaman içre bir fenomen olup beyin denilen nesneye, yani imgeler arasında bir imgeye indirgenemez FİKRİ, bana daha bergsoncu görünüyor.



"Ekran" bugün anladığımız anlamda düşünceye indirgenemeyeceği gibi, düşüncenin ekrana ingirgenmesi tehlikesini yaşıyoruz belki de. Hekzagonal küre şeklinde sinema gösterim alanları (Géode, Paris) olduğunu bilmemize rağmen. Sıradan algısal inançlarımızı (foi perceptive) tedirgin eden daha karmaşık algı deneyimleri şüphesiz "düşünce"yi de kışkırtacaktır.



Örneğin, bu yaz Kordoba'ya gittim. Dar sokaklardan Katedral-Cami'ye (Mescit/ Mesquito) doğru ilerleyip birden nehri, üzerindeki devasa köprüyü, zafer takını ve bir meydanı keşfedince, bu herşeyin birden bire ve ilk kez belirme anında vecd (fascination) halindeyken ağzımdan şu sözler döküldü:
"Asla -en azından bugünkü teknik koşullarda- bir fotoğraf makinası, ya da herhangi bir teknik yordam benim (daha doğrusu mimari ve mekansal düzenlemenin -dispositif- benim o an o noktada bunu hissetmemi sağlayan dehasının kışkırttığı ben'im) şu an sahip olduğum bakış açısına sahip olamayacak".
Bu görsel deneyim (köprüyü ağır ağır ilerleyerek, mekanın ve suyun çağlamasının şiddetinin, verdiği serinliğin, mekan ve derin ufuk hissinin -mode composé- tam bir çevirisi olamaz) şüphesiz sinema gibi teknik yordamları daha da mükemmel olmaya kışkırtacak ilerde: Ancak iç deneyim'in dış deneyim'le özgül buluşma anında oluşan sentez, bir kristal gibi -hem formel hem de inform- karmaşık bir yapıya sahip olmaya devam edecek...

Örneğin şu şiir:
"J'ai donc "vécu" deux rêves:
l'un auguste, l'autre sombre,
là où Chronos n'a plus de règne,
l'un traversant l'autre de mille façons
Sigmundo!"



Chronos hüküm sürmüyorsa, ebediyet gibi bir şey (Platon, zamanın ebediyetin -aion- bir imgesi -icôn- olduğunu söylüyordu), bir tür hemzaman olma durumu veya karmaşık (synthèse disjonctif) bir senkroni olsa gerek...

---

Les éléments d'une analyse:

Allusion faite à une pièce célèbre de Caldéron ("La vie est un songe", XVIeme) où le roi fait vivre à son fils heritier deux rêves disjonctives: ainsi le fils anticipe la régence avant de devenir roi (Après cette expérience, il n'est plus cruel au sens mondain mais droite au sens moral-inhumain, etc).



Drame, trame, dream, Traumspiel (Drame Baroque Allemande, W.Benjamin)...

Le fils -dans le pièce de Calderon- s'appelle Sigismondo...

Specialist en rêve, Freud porte le prénom Sigmund (nom trop juif encore bien qu'il soit defiguré par lui-meme de Sigismund).

De Caldéron à Freud, drôle de chemin faite dans les synthèses transversales...

Et puis mon propre rêve catégorique en Espagne sur les "catégories encore plus vide"...

Quel monde!

Sigmundo!

2.08.2012

JE VİENS D'ANDALOUSİA...

JE VOUS Aİ APPORTE DANS MES FRANGES LES "SEPT SUSPENS"




YAMACIMDA SİZE "YEDİ ASKI"YI GETİRDİM



"MUALLAKAT"

(poèmes suspendus sur les murs de Kabe à Mecque avant l'Islam)



"Toute omission est lévée dans les temps apocalyptiques: Saigneur (Saignant/Saigné, en Sailli) "Ami de Dieu a été légué à ses enfants sur les nations-tribus QUİ NE SONT PAS ENCORE NEE (yet unborn)" "



(Citation de l'Evangile Apocryphe de Saint-Thomas)







I- "Que des fois soit joué ce drame dans des langues inconnues des peuples qui ne sont pas encore":



Fin d'épilogue (tournure de phrase ou formule récitée à la fin de toutes les "drames" ou des "dreams" au sens de "Traumespiel" en Allemagne, et qui se jouaient pendant Sagrada Semana dans les Eglises d'Espagne), attribuée à tort ou à raison par moi à Shakespeare, comme si je suis né ou mort-né avec cette phrase, comme dans un rêve hors du temps...





2- "Je ne suis pas revenu tout à fait même que je suis parti"

d'Espagne, comme disait Rousseau pour l'Italie, rentrant seul:

Mais moi je vous dis...





3- Je ne suis pas revenu,

ni j'en reviens,

(pas) tout à fait,

même si,

je ne sais,

-SI-

je suis jamais parti pour l'Espagne ou pour l'Italie,

seul ou à deux...



4- Tant est baroque notre époque:

De Shakespeare à Caldéron,

en passant du côté de chez Cervantès

et de Mille et Une Nuit,

tel dormeur éveillé!

Dans l'ombre pâlie de Abul Hasam

Ô "La Vida es Sueno"!



5- J'ai donc "vécu" deux rêves:

l'un auguste, l'autre sombre,

là où Chronos n'a plus de règne,

l'un traversant l'autre de mille façons

Sigmundo!



6- Je vous disais donc mes
ami(e)s que je suis (re-)venu
dans les temps apocalyptiques
de Grenade, comme un fruit
trop mûri et d'un saveur prêt
à exploser!...


7- Je vous dixi que toute omission est levée:

Dans l'Ayuntamento de Grenade,

Grenade n'est pas une pomme-grenade,

et un fruit mûri n'est plus "mourir"...



Et un fruit mûri prêt à exploser et d'un saveur exquis,

je vous dis mes ami(e)s est Sauveur et n'est pas Sauveur,

selon la dialéctique des temps...



Combien y a-t-il José dans ce pays, San (sin) ou avec?

Il y a au moins deux Johannic,

l'un baptiste, l'autre évangélique...



Les enfants naissent à leur seconde vie

de l'eau et des mots...

Alak, dit le Côran

frères de chaîr...

Et de l'esprit?





LIBER SUSPENDU ou le Shariat interrompu:





VIII

Il y a un apprenti sorcier dans ma tête

il y remplit les seaux de chacune de douze catégories
avec une douzaine de nouvelles catégories,

encore plus vide...



Et ainsi je dors sans haleine

dans les plaines vides

de Grenade à Cordoba...
---

IX

On peut mûrir et mourir à Venice

et dans n'importe quel endroit,

mais d'une autre mort,

si le Lieu a eu lieu,

ou si Le lieu aura eu lieu:

Fin sans fin...



---

X

L'archéologie m'a aiguisé l'esprit et s'est échangée en Angéologie,

la moirure des potéries m'a rendu ma couleur pourpe,

si attendue depuis la disparition de chant de Sirènes...

---

XI

Fin sans Fin, couleur sans éclat:

vôtre tristesse m'afflige!

L'éclat du Monde, le Monde sans Eclat!

Qui va redonner son éclat au Monde?

Paix!
---

XII

Dans cette Litanie des mots que

vous auriez vôtre Poète ou vôtre Prophète

(selon vôtre Muallakat*),

ami (philos) de Sainte-Sagesse:

Philomenos (Philo-mens) ou

Douzième Imam!


* Dans la douzième catégorie, cryptonyme "muallakat" change radicalement de sens: "selon vôtre manière à vous de suspendre le monde" correspond à "comme non" (hos me) de Saint Paul. "Agir et concevoir comme si l'on était 'douzième imam'-chacun de nous sans (sin, with-out) nous- qu'on n'est pas/ou qui n'est pas encore né (yet unborn)"...(C'est ce qui vide -libère- /ou remplit encore plus les catégories -livres-...) Dans le Tasavvuf, c'est l'obligation ou la pratique du secret (sır, crypte) dans les étapes de l'enseignement initiatique... C'est ça le rêve (c'est du rêve!) ou la tragédie (tragos) du 'bouc émissaire'... C'est l'écriture du rêve.
Et c'est forcément une histoire du traite.


SOIS REMERCİE A PAULETTE DUVAL POUR SES PRECİEUX ET GRACİEUX TRAVAUX QUI M'ONT CONDUITS À ANDALOUSİA DANS MA "CONQUİSTADORE D'OCCIDENT" ("ŞARK SEFERİ")



6.07.2012

"DES PROCEDES" (VERSİON POSTMODERNE)

TOPIQUE: DES PROCEDES






IL Y A ENCORE TANT DE "PROCEDES" DONT NOUS MANQUONS LE MOT

(comme si le mot "procédé" n'est pas un mot générique qui engloberait tous les procédés, et comme s'il y aurait des "procédés" qui n'entreraient -ou ne tomberaient pas comme exemple particulière sous le concept ou dans le mot "procédé")

ET LA LİTTERATURE SANS LA PHİLOSOPHIE EN ABONDE, TANDİS QUE LA PHİLOSOPHIE AVEC LA LITTERATURE (ECRITURE) EN PROMET ENCORE LES NOUVEAUX.



A QUI ALORS SONT-ILS DESTINES,

ET EN QUEL SENS?

Quel est leur "publique" et leur "res" (ou leur topos), leur "quid" et leur "quod", leur "spectateur" ou leur "destinataire", qui nous permetrait de les nommer, par un nom pour un nom: un mot pour un mot, par un déplacement léger du sens, si je puis dire?)



DE QUI A QUI ET DE QUOI A QUI ET DE QUI A QUOI?

(Y A-T-IL, OU ENCORE EST-ELLE CONCEVABLE UNE DESTINATION DES PROCEDES (comme quatrième figure qui traverse et engloble les trois autres)

-ET CE EN DEUX SENS-

DE QUOI A QUOI?



ET CE SANS QUİ

ou SANS PAR QUI

et SANS POUR QUI

(sans pouvoir être en véritable en soi non plus)

c'est-à-dire véritablement

SANS POURQUOI



cest-à-dire, sans TELOS, ni THEOS

de la TELEOLOGIE ou de THEOLOGIE (ou même de Théiologie)

ni même d’une ESCHATOLOGIE (et sans espoir, sans messie?):



ET CE Sİ CE N'EST PAS IMPOSSIBLE,

C'EST ENCORE (jusqu’à quel avenir?) INCONCEVABLE:



POSSIBLE EN TANT QUE POSSIBLE



LOIN D'ETRE UNE POSSIBILITE RELLE (si c’est concevable),

et ce ne serait-ce que POUR



PENSER ETRE ET AUTRE,

PENSER L'AUTRE DE L'ETRE

POUR PENSER AUTREMENT ETRE

POUR ETRE OU HABITER AUTREMENT QU'ETRE (Lévinas)



HABITER, RECEVOIR SANS MEME CONCEVOIR,

S'HABITUER A AUTREMENT QU'ETRE:



AUTREFOIS LE NOM MEME DE PHILOSOPHER: (“apprendre –s’habituer, se préparer à mourrir”)



DONNER ET RECEVOIR

DES PROCEDES

non pas procédés seulement LOGIQUES

mais ‘YOLLAR’

surtout

YORDAMLAR....)



VOILA L'ENIGME DONT NOUS NOUS OCCUPERONS COMME DE NOTRE SOUCI (PEİNE/ PAİN) QUODITIEN, EN GUISE D'UNE REPONSE A UNE QUESTION JAMAIS (véritablement dans son fondement) POSEE:



"Y -A-IL UN 'PROGRES'

(-Peut-on rabattre la question de 'procédé' sur celle de 'progrès'?

-Peut-on penser 'WORK IN PROGRESS' –par exemple J.JOYCE- hormis schème ou concept de 'progrès' -DONC HORMIS KANT-;

-Peut-on penser les “procédés” hormis 'ousia', 'dunamis' et son 'energeia', son ACHÈVEMENT en 'ergon'-donc HORMIS ARISTOTE-;

-Ne peut-on ne pas les penser même pas sous les “procédés” certes intéressants, comme ceux de 'plissement et de 'déplissement' –donc HORMIS LEIBNIZ-)



DANS-ET-PAR LES ARTS ET LES LETTRES ?

–donc HORMIS ROUSSEAU-



VOICI POUR UNE PREMIERE EBAUCHE DE REPONSE, L'UNE DES PLUS VIEILLES:

(voir d'abord "Pseudo-Aristote dixit", page suivant de ce blog;
Mais encore l'article plus ancien: "Behçet Necatigil'in Şiirlerinde 'çizgi' tematiği", in Gıyabında, Yerineler;
et le plus récent: "Grundriss, Riss, ausriss... traîre le traît...", dans ce blog 2016)

5.07.2012

Pseudo-Aristote dixit

IL Y A ENCORE TANT DE PROCEDES DONT NOUS MANQUONS LE MOT, ET LA LİTTERATURE SANS LA PHİLOSOPHIE EN ABONDE, TANDİS QUE LA PHİLOSOPHIE AVEC LA LITTERATURE (ECRITURE) EN PROMET ENCORE LES NOUVEAUX.  A QUI ALORS SONT-ILS DESTINES, ET EN QUEL SENS? DE QUİ A QUİ ET DE QUOI A QUI ET DE QUI A QUOI? VOILA L'ENIGME DONT NOUS NOUS OCCUPERONS COMME  DE NOTRE SOUCI QUODITIEN, EN GUISE D'UNE REPONSE A UNE QUESTION JAMAIS POSEE: Y -A-IL UN PROGRES DANS LES ARTS ET LES LETTRES?  VOICI POUR UNE PREMIERE EBAUCHE DE REPONSE, L'UNE DES PLUS VIEILLES:

À nAMİ BAŞER

Topique: Aristote




(Dialogue apocryphe et hupocrypte)





*Quand pensons et rêvons-nous?
**C'est peut-être quand l'autre ou l'ami(e) ne sait pas -ou n'est pas en fait de- ce que je suis ou ce que je mé/fais de moi.
*Être-Faire-Méfaire: Comment décider?
**Dans l'étage à moi (Geist à tous les étages!) -et c'est ça le Monade- il n'y a que des procédés, des lignes de fuite.

** (Je voulais dire avec les mots qui ne sont pas à moi) Et si, avant la Matière (hulè) et la Vie (bios et zoé, agglomérée, composée), il n'y avait que des procédés -eidétiques-,des Lignes (et non contoures de telles ou telles Formes) de Forces toujours plus vieilles et fortes que Moi...

*Avant la Matière, il n'y a pas de Temps ni Force, mais ils sont EnMêmeTemps (Ama, Sum): Or Dieu (Non Creator Ni PanCreator) n'a ni Forme (Eidos) ni Force (pas de Dynamus): Pure.
**D'où la virginité...qui nous manque!

**Dieu qui n'a pas de Force n'est pas une Ligne de Fuite pour lui-même, pour moi Sa Saintété (ou selon certains sa virginité -loin de nous ces images eikastiques) Si.

 *Elle est Pure Effectivité (j'en conviens 'Cause Efficiente' Sans Cause -ni active ni passive) mais immobile et Sans Fin (je veux dire sans commencement et sans achèvement).

**Vous parlez comme Platon parlait de Khôra: Indéméléable Néant!

*On a oublié de parler des humains et de leurs décisions dans les étages au-dessous: et de leurs rêves et de leurs pensées.

**C'est qu'ils sont dans leurs Lignes de Fuite, ils sont inachévés: et même quand il y a quelque chose d'un peu achevé, ils les rédétruissent avec leurs méfaits...

*C'est qu'ils obéissent peut-être à quelque chose qui a déjà commencé et qu'ils pensent et rêvent à leurs insus...

30.06.2012

TerrorBank (L)

Un ATM (Automatic Transfer Money) d'espèce inconnu, en plein milieu de  Bechiktas,
harcellé, violé et vidé dans une bonne nuit de "Printemps Arab" (la verdure évoquant le printemps TARDİF)
Inscription énigmatique qui s'y trouve est facilement identifiable, appartenant sans aucun doute au poète anonyme (s'il y en a un ou plusieur)...

Traduction littérale: C'est comme une reponse symétrique à une question qui se trouve quelque part dans la Ville: "Qui a trouvé le nom 'Arab'?

C'EST PATRON QUİ A TROUVE LE NOM ARAB

Une faute d'ortographe est auto-signalé: (L) comme labelisé!

25.06.2012

Une Photo et la Leçon de Traduction

Comment traduire une photo
en langue humaine ou
en langue des choses?

(Bir fotoğrafı nasıl çevirmeli?
İnsan diline veya
Şeylerin diline...)

Ou comment être succint
(or how to be clever)
tout étant précis
en 140 caractères.

(Ya da nasıl sarih kalınarak
140 karakterde
kısa yazmalı?)

D'abord la transcendance de la photo,
(Önce fotoğrafın aşkınlığı)
Et puis la transcendance des mots:
(Sonra da sözcüklerinki:)





Exemple-I en photo:





Exemple -I en mots:

La légènde en Turc, style libre et précieux:
"Geçen cuma C.B. pikniğindeki arkadaşlık kompozisyonu tek fotoğrafla sabitlendi ama kalbimde, zihnimde bu arkadaşlığın ne kadar çok ve birbirinden değerli kompozisyonları fraktal dağılımlara uğrayarak yeniden şekilleniyor ve bir zaman dizisi boyunca gecede ışıktan kristaller oluşturuyor..."

                                         La légènde en 140 caractères précises et en Français:
"Notre composition amicale est peut-être fixée en photo, mais en esprit se disperse en fractale et se recompose cristalline en temps nocturne"

Quelques précisions:

A1- L'homme fractal -libre ou fier de soi- se trouve derrière la "composition",
debout avec une chemise blanche, tourné au dos.
A2- Fraktal adam -kendinden özgür veya onurlu- "kompozisyon"un arkasında, arkası dönük bir şekilde beyaz bir gömlekle ayakta durmaktadır.

B1- "Devrim" (ou ce que les autres appellent "Devrim" [Révolution], plus précisment celle qui est appellée tel par son père: tel père telle fille -que je renonce la traduction) se trouve devant la scène ou la "composition" spontanée, vêtue en arc-en-ciel.
B2- "Devrim" (veya diğerlerinin "Devrim" diye çağırdıkları kişi, daha sarih olmak gerekirse babası tarafından böyle adlandırılan kişi: böyle babaya böyle kız -bunu çevirmeyi reddediyorum) sahnenin veya kendiliğinden oluşan "kompozisyon"un ön kısmında, gökkuşağı renklerinde giyinmiş olarak bulunmaktadır.



Le reste, du reste
(Deux) Transcendances ne peuvent se traduire...

Geri kalanlar, kaldı ki
(İki) Aşkınlık birbirine çevrilemez...

24.06.2012

ÇOK ESKİ ADIYLADIR: DEVRİM


Sabah pikniklerinden arta kalan Yalnız Selvi


Sıra sıra dağlardan sisli mektup gözlerden ucu yanık

Az içilip soğutulmuş masa başı sohbetlerinden izmarit

Hatalarının kulu göz nuru yemeni başlı mekteplerden terk

Örgütsel saçları firketeli Tuzluçayır dudaklı

Denizlerden gezmiş derdi kalmış âbidesi Hürriyet!



Bir bizdik orada ne kadar da azdık Çamlar altında

Bardaklarda Tanyeri’nden gün batımına dalgın

Hülya’lardan Çengelköy’lerden vapur sırtı dönüş

Mantı günü göz karası ham göz çukuru kuru

İmha günü verilen sözlerin yarısı tutuk İlliyet!

Zira bekleyen derviş Karakolhane’den bir Telgraf



Ve şimdi nerede o eski Karakollar eski derdest adresler

Var mı hasırlarda kaldı mı çayın ey Çaycı!

Kaldı mı eski vapurlardan dönen o en eski Sevgili tek

Neden düşman Cephe millet böyle Topyekûn

Nerede şu Sath-ı Müdafaa ey Cemiyet ey Kemiyet!



Ve sen böyle kaçıncı kuşak gözler çakmak Kıvılcım!

Ve sen Tarih’in baş aşağı duran diğer kavşakları

Var mı kaldı mı dokümanın Ev’de yakılacak

Sakla kaçır istersen gözlerini benden kuru ekmek

Hani bavulun senin hani trenin hani senin o Elveda’n?



Üsküdar’da ne bayram sabahı bu kapatılmış dükkânları

Bahardı çiçekti tozuttu avluda Topçular Sağmacılar

Hani nakliyen vardı Can durma bastığın bu toprak

Gözün ufukta hanidir bekler kapalı rotatifleri matbaan

Hani İşpil’den İran hayallerin eyler seni mazlum derler



Dilinizi ben kekemelerim siz çökün Sofalara dostlar

Bu Çardak altında ben beklerim siz Cem’lerde coşun Dostlar

! Hangi kıraathane alırsa sizi ben orada kıraat ederim

Dilimde bu hangi eşek arısı yüreği şişen yine benim

Yûnus söyler bana senin yürüyüş komitenin Elebaşı benim!



Çok eski adıyla İhtilâl’dır senin adın oğlum Devrim kızım Evrim

Babalar hayalini gözler oğullar kızlar Barışarak söyler

Hani bir Tarih vardır ya Tarih’ten içeri şemalarda olmayan

İşte bundan dağlanmıştır bu Coğrafya’da bütün aslan yürekler

Analar don kilot fanila hani nerede ey kalbim bu son Fasikül!



(Birol, Memed, Evrim ve

diğer bütün kötü arkadaşlara…)

24 Haziran 2012

22.06.2012

Berzâh'ın Resmi



Berzâh (Ahirete giden boğaz) aleminde "Sırt arkası kitabı"nın yeri
Fütûhat-ı Mekkiye, Muhyiddin-i Arabî, trad. Selâhaddin Alpay,

Şakir Hoca Kitap Evi, 1977, Istanbul, s. 362


21.06.2012

BURADA BUNDAN BÖYLE BERZÂH

Que faire?



Que dire?

“Garb Seferi”mde Berzâh âleminde durduruldum

Bir hançer battı ağzıma

Kıbleye doğrultuldum



Her seferinde çıkarıldı karşıma

Yeni yüzlü melekler

Yüzlerinde âlemin sırları

Veriliyordu okumasını bilmeyene…



Durduruldum

Gönderildim

Çok dinledim

Çok dinlendim

Basamaklarda yoruldum

Nefesler aldım



Kim okur o yüzden

Bu satırlar niye sıra sıra

Kaira’yı beklerken

Mevla’m kayıra



Bir sır yok gibiydi

Sanki bu dünya açılmamış gibiydi

Korku yoktu

Sadece bu dünya vardı



Ne aldatmacaydı Tanrım

Bu şekiller sıra sıra

Yüzlerimizde ne umursamazlık

Hiç korku yoktu bu dünyada



Ulemalar vardı

Farklı farklı diller vardı

Hepsinde konuşuluyor gibiydi

Dillerimizde düğmük, kusmuk

Bir pas tadı vardı



Görmem görmemem idi

Duymam artık duymamam

Duyabilmem, duymak istememem

Bunların hepsi kendi seyrinde mükemmeldi

O halde neden ve nereye durduruldum?



Önce hemen çöktüm

Seziyordum başıma gelecekleri

Bir baş olabilir miydi benden içeri?

Bu hüznü benden hemen alın Efendim!



Bu nasıl konuşmaydı?

Hitap tarzı var mıydı?

Bir yön ve bir ses

Yüzde bir terslik vardı



Ah nasıl da mükemmel yaratılmıştık

Ah ne muhteşem bir Tarih’imiz vardı

Ah kapılar nasıl da kapatılmıştı üzerimize

Ah ne güzel nasıl da hepimiz içeride kalmıştık



Eyy burada olanlar

Bizim tarafta kalanlar

Bu çağı yaşayanlar

Nasıl da güzel konuştuklarım

Duyabilir misiniz Şimdi

Neresi İçeri?



Ben bir Kıyı’da kaldım

Sefer üstü Sefer yaptım

Her ordulara saldırdım

Her kapılarda dilendim



Ruhunuzu bana veriniz Efendim

Diye az mı yalvardım?

Ah ne nazlar ne kıskançlıklar yaptım

Ah Sen’i elimde tutarım sandım



Ah ne güzel de veriliyordu Aşk’lar bana

Birinden sersemleyip Öteki’ne

Daldan dala konup az şakıyıp

Ağzımdaki yemi koy veriyordum



Nasıl da bir Genceli Nizâmî vardı aşklarımda

Nasıl da diziliydiler önüme

Tasarlanışlarındaki mükemmeliyete

Aldırmadan tadını çıkartıyordum



Ah bir aralar ne de susuzluk vardı

Sandım sandırıldım bir Çöl var diye

Çıktım su aradım Ev’e döndüm                        [Beyt]

Ne çok Su akar ben Safa ve Merve dedim



Aç kaldım acıktım

Oruçlu gözlerle baktım

Ne çöl dedim, geçer mi dedim

Sabreyledim bekledim

18’e Huruf’tan bir 18 de ben ekleyeyim dedim

Cifr ilmine göre 36-38 yaşımda kemâle erdim



Sayılar varmış ne bilirdim

Boş boş sayardım

Toplar çıkarır bir eksiltirdim

Diziler yapar Berzâh’ı kendime tarif ederdim



Bir Sayı imişim ne bilirim                             [Cîfr]

Bir sayı ve yanında da solda Sıfır

Sıfır’ı nereden bulup çıkarmışlar ne bilirim

Kandım ben de kullandım



Her mecazı denedim bozuk bozuk şiirler yazdım

Şiir olmadı Koşaklama oldu Türkü oldu

Söz ishaline kapıldım

Islâh edildim

Sustum bekledim

Düz konuştum

Mantık’ül Tayyar öğrendim

Gene sustum



Dedim bir sayı olmalı içimizde

Böyle boş boş olmaz

Bak sayılarla ne çok şey yapılabilir

Ama ben saymayı ne bileyim?



Baktılar çokluk gördüler

Adına Ay(ı)ram dediler                               [différance]

Sonra Birlik dediler

Çok olsun kalabalık olsun dediler

Azla yetinsin kalabalık dediler



Bütün siyasi partileri okudum

Tüm tarafların şikâyetlerini dinledim

Gün aşırı hem Liberal hem Marksist

Sonra da Müslüman oldum



Yetmedi!

(Of Not Beeing a Jew'i okudum

Bir kendime rağmen Yahudi olamadım)



Kimse beni Ciddi’ye almamaya başladı

Tüm taraflarla darıldım

Artık hiç arkadaşım kalmamıştı

Arada vazifeye gidiyordum

Maaşımı alıp geri dönüyordum



Görünüşte ne de çok İş vardı

Hepsi aynı Gün’e yetişecekti                   [D day; Dies Iure]

Çok çalıştım

Adamlarımı da çalıştırdım

Sonra bol bol Tatil yaptım

Uyudum



Ah bu uyku daha ne kadar sürecek

Bunun Süre’sine* ben dâhil değilim             

Çıkart beni bu diziden Ya Râbbim

Çok nankörce yalvarıp yakardım

Bu dualarımın hangisi tuttu bilemem
(* Kimilerine göre 350 / kimilerine göre de 500 yıl / aralarında uzlaşamadan / tartışıp dururlar.)



“Bir gün mutlaka” dedim, sonra “her gün” dedim

Aksak ritimle oynadım

Aylak gezdim yoruldum

Müzik yapıp dinledim



Resimlere baktım

Yeni arkadaşlar edindim

Bir de ne göreyim

Yapayalnız kalmışım



Allah’ım nedir bu Yalnızlık?

Göz gözü görmüyor etraf İnsan’dan

Ne de çoklar hepsi de sokaklarda

Her milletten her ülkeden

Neden böldün bunları parça parça

Kıta kıta



Hadi biraz Savaş yapalım

Hep sevişmeyelim

Biraz da savaşalım

Savaş tanrısına göz kırpalım

Sonra da ölülerimizi gömmeyi bilelim



Baktık savaştık olmadı

Bâri Barış yapalım

Bir barış olsun ki

Çocuğa konan isim gibi, ilelebet

Kendi ölsün Ad’ı kavmi kalsın



Tarih’ten ayrılmayı bile düşündüm

Kendi İnziva’mı yapacaktım

Uygun fiyata taksitle Konut aldım

Konut piyasasında fiyatları düşürdüm

Krizler çıkarttım mallar elde kaldı



Çok sıkıldım

Lütfen İktidar’lar devirin dedim

Liberal pozisyonlarıma ara verdim

Her çeşit Teori’nin altına imzamı attım

İmza nedir bilemedim



Yüzde bir İmza, bir işaret bir esrar bir sır var dedim

Her şey böyle boş değil dedim

Edebiyatçı olmaya karar verdim

Mektebine gittim kursuna yazıldım

Bol bol eserler verdim

Peki ben neden Berzâh’ta durduruldum?



Eserlerime ara verdim

Dünya seyahatine çıktım

Buna da “Şark Seferi

Garp Seferi” diye havalı adlar verdim



Tam adam gibi Postmodern olacaktım

Yazmadan yayınlayacaktım

Geze toza keyif çatacaktım

Ben Neden ve Nereye durduruldum?



Doktorlara danıştım

Doktor es PhD oldum

Adam yerine kondum

Saçımın kırına bıyığımın tarzına

Geride çok hayran kitlesi bıraktım



Bu dil adam olmaz dedim

Başka Dil’e geçtim

Oh çeşit çeşit diller

Birini seçiver

Bu sepet sepet bolluk da ne böyle?



İlim Amerika’da!

Burada Tahsil olmaz dediler

Gittik

Geri döndük

Veya bir Villa’ya yerleştik

Çocuklarımız hep sarışın oldu

Bu Tarih de bir güzel kapandı



(“Sahi Usta Biz Neden Gelmiştik Orta Asya’dan?

Ben bilmem İsmet’e sor Özel imza gününde”)



Ölüler Kitabı’na baktım ne çok bilgi

Biraz duygulandım Nepal’e daldım

Tapınaklarında mumlar yaktım

Sâri turunculu rahipleriyle kadans dansı yaptım



Bu pencere nasıl bir pencere?

Gözümün altında bir boşluk var

Ve oradan baktığım her yer görülüyor

Kafamı çevirmemin binlerce sebebi var

İçinde içince Çin'de 12 çekmece...



Kâinatta her şeyin bir sebebi var

Peki ben hangi sebepten ötürü kafamı her yere çeviriyorum

Ben neden böyle meraklıyım ve merakım neye?

Peki Ben bunu başkalarından mı öğreneceğim?



Hem bakarak mı öğreneceğim?

Merakımı mazur görün

“Sizin merakınız neye acaba?”

Ne çok tanışma sözcüğü var

Ama gerçek Danış olma o kadar Az ki



Az’la yetinenler nerede?

Onları buraya taşıyan Ne?

“Ne” ne? “Niçin” ne?

Ve de neden “niçin” yine?...

Hem kime ne?

(Kategoriyal faaliyetimdeki aksaklıklardan ötürü özür dilerim)



Özür ne? Gene “ne” ne?



Bu Girdap nasıl bir pencere ki?

(Bu düşüş nasıl bir düşüş?)                               [melek]

Hemen kendi üstüne kapanıyor

Aman Tanrım sen bizi nasıl bir yere kapadın böyle?

Hiçbir çıkış göstermiyorsun



Her şeyi boş bir yankı gibi

Kendi üzerine kapatıyorsun

Ve bu ilk Neendertal’den beri böyle

Bize neden hiç acımıyorsun?



Biliyorum bütün Sözcükler senin

Logos senin Akıl senin

Dağıttığın Nimet’ler için sana şükrediyoruz

Ama bu nasıl bir Ayna ki hep yüzümüzde kırılıyor?



Bu sözcüklere ne de çok Esrâr vermişsin

Ağlamaktan yazılmıyor

Dilimde tüyler bitiyor

Havada Leylekli Şiirler

Mevsimler değişiyor



Bunun nizamını anlayana

Ve Evet, yani Leybbek diyene kadar

Ömürler tükeniyor

Ama gene de “Evet”:

Döngüyü olumluyorum



“Ben geldim”



(Nietzsche’den daha binlerce olsa

Hepsini teker teker yanlış anlama pahasına)



Evet!

Ama boş bir “evet” değil

Bir söze bir soruya veya hitâba da evet değil

Bu Evet’e Evet’in işkencesi

Ve kurtuluş salya sümük veya vakurla

Burada ve buraya Beyler Bayanlar

Burada bundan böyle Berzâh deniyor



Burası “Sırt Arkası Kitabı”

Sırtına artık rahatça yaslayıp

Dinlenebileceğin Yegâne yer

Zira o sana “soldan verilecek”

Kendi Amel kitabın!



İçinde imlâ hatalarım

Telaffuz bozukluklarım varsa eğer

Affola!

Benden sonra gelenler, İyi Gelenler

Yorumlayıp nasılsa düzeltirler



İşte bu yüzden bu mezara biraz sola dönük eğri yatılır

Sevgili’ye, Mahbub’a Muhibbî gibi eğilenler…

Biz sonradan gelenler

Sözü hâdis Fütühat-ı Mekkiye’ye eğilenler…




                                                      (21 Haziran 2012 Aydınlanması, İstanbul)

10.06.2012

Une Nouvelle Confession d’Amitié Mimétique

Une Nouvelle Confession d’Amitié Mimétique



Et Autres Tombes





“Ce que j’ai en tête

Et ce qu’elle en a dans la tête à elle

Diffèrent évidemment”



Mots vulgaires du nouveau vulgate se substitue insinueusement

A l’esprit vous mes ami(e)s…

Comme aux armes!

Aux encres!



J’ai bien reçu sa lettre en vrac

Et bien rangée

Datant de ce 1ère juin longue qui dure encore

j’ai reconnu son graphe, ses gryphes

Ses sigles et ses croûtes

Datant d’écolier bien rangé

Mais un peu en hâte avec le temps passé

N’ayant pas su trop dire quoi en vérité

Non pas de sa vérité à elle mais

De la vérité de la personne humaine

Donnant des nouvelles de

Ses petits êtres félines ou fleuris

De ses domaines et ses jardins

Dont je ne mèsestime pas le rôle mediateur…



Le reste est le même que ce qu’elle m’a bien expliqué

En bienséance

Face à l’adulte que je feigne d’être et

D’avoir compris

L’affaire étant bien rangée dans sa grange et

Dans ses greniers de tête

Dès le petit matin grandios mais pathétique

Du petit dejeuner du 10 mai qui dure encore

En saveur…



Y avait dès lors rien à dire et écrire de plus

Pour elle une histoire de “suite et Fin”

Pour moi celle d’une “Fin et suite”…

Mais d’une fin sans finalité…



N’attendant pas trop la confirmation par lettre ou en écrit

(personne ne me dise la confirmation avant affirmation


Et surtout pas sans transformation,


Dont j’ai apprise 4 espèces de par Ignace de Loyola,


Notre maître en la matière de retrait de mots:


Et oui mes ami(e) il y a une dialéctique de l’amour)

Il m’était temps de me mettre à m’écrire en publique

Et publier publiquement ce petit “quelque chose”

Qui pourrait bien porter le nom de “douleur”, d’“affliction”

Ou “une petit dalle” comme on dit

Dans les temps bien “urbains” de Paris d’antan…



M’étant guéri de moi-même et du reste

Noli me tangere”• en l’air, chantons et sifflons

Et c’est ça l’écriture fraîche ou brûlante

Et pas trop cuite –

Qui m’avait conquise

Et le reste des jours à pas cadencés

S’offrit généreusement unilatéral

A démarrer le cuisson d’amour et

A faire migoter non comme il faut

Mais comme cela vient en air et en song

Déjà et comme jadis dans le goût des époques

que je préfères ou qu’elle préfère

Dès lors mes ami(e)s,

Tous les goûts baroques y sont permis

En poésie et en image

A ne pas s’y tromper…



Pourtant!

Mais un long et profond pourtant

Pour ces temps miséreux de tous les pourtants

Mais sans remord et sans rancune

Il y avait un espoir:

Un Grand Espoir écrit à la main

Tous les matins

Comme un projet à longue halène

Et d’une Inspiration rétenue et rallongée

Allégoriquement…

Unilatéralement

Par page et par petit matin, pour tout Instant

Une histoire de Berry nous y quêttant

En coeur battant



Et oui La Battante!**

Et de cette “battante” de Notre Kôran

Présente dans le coeur musulman

Battait et se rabattait en halétant

Mon coeur

(Passons ces images d’antant

Des temps un peu apocalyptiques

Nous les autres, sauvés des eaux…)





*



Et oui mes ami(e)s, j’ai bien travaillé depuis 18 ans

Mais non, je ne dis pas que depuis mes 18 ans, précose

Ça pourrait devenir inimaginable ou grotesque

De les racourcir au plaisir ou à loisir ci-même

Je dis bien que j’ai travaillé depuis que

Je suis rentré au pays natal il y a 18 ans

Et alors? Demanderez-vous

Si je prend change et change cadence

C’est que j’ai oublié forcément ce que je voulais dire helàs:



Dieu nous fait travailler d’abord

Et puis Il nous les fais oublier par pitié

(Et nous l’avons oublié)

Comme si ce n’était pas grande chose d’importance

La vie donnée ou passée –donnée sans aucune rancune

Dieu administre les biens et les maux

Et nous y sommes travailleurs oublieux seulement

Que labourer?



Ô mes frères et soeurs

Que ces poids et ces fardeaux soient légères

Sur vos dos…

J’ai traversé les eaux…



J’entends encore sa voix sur mon dos”, disait-elle

Comme si elle était sur la croix

Selon l’ange messager que Tu es,

Gabriel ou l’hermes logiciel,

Elle ne l’a pas répété ou confirmé par lettre et en écrit

Mais laissé refroidir cette voix, comme elle a bien fait…

(Rien à faire d’ailleurs:

Il faut savoir s’arrêter au bord de l’impossible)

Le plat bien refroidi re-voilà devant moi

Il est vrai que je n’ai pas le coeur à manger ni

A me jeûner (ni à m’en gêner)



Une voix rajeunissante fût entendue jadis

Et puis le silence se fait écho dans le coeur

Soit remercié à ses silences ontologiques

Comme il sièd

Me voilà que je me suis mis à me rappeler

De mes longs 18 ans

Les Années Ontologiques”, diraient-ils

Les Annales Ontologiques”, dirais-je

Sont passées à compter ou à comptabiliser

Ces silences et ces bruits à bruiter

Comme un moin d’un moins en retrait comptait

Quant il s’agit de son solitaire Ane

Les siens, avec une profond application

Sois remercié double ânes, moins un de Buridan!



*



Et ce illustre français à LaFontain qu’on m’a fait cadeau

Je le gadre comme un précieux trésor

Qu’on m’aurait confié pour y déposer moi-aussi

Mes armes et mes larmes

Et s’y coucher un peu

Pour m’endormir enfin

Sur ma couche de lièvre” à Kafka

Eveillé et agité,

Toujours en mes gûets que

Je fûs dans cette vie,

étant mort

Soit un épais colosse en mot et en pierres précieux

(A la mémoire de l’épaise mémoire des choses)

Dans la vie joyeuse de la langue française!



Et cette tombeau qui sera la mienne entre autres

En terre quelconque –

Pas seulement esseulé en terre berrychone

Mais sur cette terre immence de Notre globe

Soit confié à Personne!

A la personne de Celan

Mais soit confié aux éphémérides des poètes

Dans ses processions nomadiques

En air et en song



Je déclare et je réaffirme que

Je suis la rose de Personne



Mes testamentaires en mots

Je les savais déjà sans savoir

Et dès le début et délibérement

Peut-être dépuis mes 18 ans

Peut-être que depuis que

J’ai rémué la langue pour la première fois

Sans cri (mais avec espoir et promesse)

Pour articuler ces mots d’archi-écriture colossale

En présence spectrale du père ancêstral

Au moment où j’ai (ou Je a) articulé le mot “maman”

En criant sans crier

Pour la première fois

-en tout cas dans ma vie biologique-

En langue d’humanité!





Et c’est ça le monument (et le tombeau)

À la mémoire de…

Que chacun de nous porte en nous

En langue d’humanité


Pour la première fois!



Vers la fin de cette Litanie (des choses)

Soit remercié!

(en passant en procession, rose)

Et je vous remercie de m’avoir écoutés et lus

Sur ces façades fallacieuses de ce monument colossal

Et lisez-vous là

Les sigles et stigmates secrets

De l’amour!





Peut-être que vous en entenderez les sifflemets

Dans une nuit d’Egypte autre

Rivage

Les explications de l’Oracle

Que moi-même je n’ai pas pu déchiffré

En langue d’humanité!


Mais Dieu reconnaîtra-il enfin nos efforts?


Dans ce Speculum Mundi

Sans rivage



Et pour qui sifflent ces monuments mes ami(e)s?

A la tombé de la nuit…



Le 10 juin 2012




4.06.2012

Imposteur! / Impostor! / Sahtekâr! (one poem in 3 languages)

Imposteur!

Surveillez vos syntaxes et vos rhytmes mes frères et mes soeurs
On est dans les temps révolus
Je vous parlerai de la Révolution

Comme chaque fois où quelqu'un prend la parole et
Apostrophie ses frères et ses soeurs
Il s'agit d'une Révolution des temps révolus

Nous les vivants, bêtes et humains
Nous ne sommes pas seuls mes frères
Je vous parlerai donc, comme votre messager
De l'Histoire des temps révolus

Suis-je élu sans être élu?
Me rétorquerez-vous?
Je suis venu entre les milliers
Tout nu, purifié du sang, circoncis
Débout devant le Taberrnacle de l'Histoire

Je vous parlerai donc, des choses qui ne sont pas des choses
Je suis venu sans être venu
Je me suis trouvé jeté ou projeté
Au milieu des choses qui ne sont pas des choses

Me rétorquerez-vous?
"On t'entendit mille fois
Va-t-en de notre communauté de vivants!
Imposture!"

Alors je parlerai aux bêtes sauvages
Implorai-je aux morts vivants
Plus vivants et d'un sentiment vif
Que votre sentir vital

Je parlerai sans voix
Aux communautés qui n'ont jamais eu de communauté
Aux âmes qui n'ont rien de commun
Et aux corps déchus, dispersés dans des strades

Je parlerai aux minéraux et au ciel stellaire
Implorai-je pour vous et les autres
"A corps perdu" (Hegel)
Me chaisserez-vous encore d'entre les siens

Vous m'entedit vous?
A jamais?
Ou si jamais?
Je ne suis pas des vôtres

Mais je suis venu sans venir
Sans voix!
Pour les temps révolus
Hébété devant le Speculum Mundi

Grandios certes pour les mortels
Infime pour les Immortels

Venu seul et saûl
De l'Etérnel
Je suis de Retour
"Ton Dieu
Béni Soit-Il!"

Alors qui suis-je?
Venu ou en arrivé là
Je ne suis plus même pas homme
Surtout pas là (Hecce)

On vous avait pré-venu de Ça!

4.06.2012


---


Sahtekar !


Söz diziminize ve ritminize sahip çıkın kardeşlerim

Bu devrik zamanlarda size

Ben Devrimden bahsedeceğim.
 

Ne zaman ki birisi konuşur ve

O, kardeşlerime hitap ederse

Bu devrik zamanların bir devrimidir.

 

Biz, yaşayan hayvan ve insanlar

Bizler yalnız değiliz kardeşlerim

Ben sizin peygamberiniz olarak, bu nedenle, size

geçmiş zamanların tarihçisi olarak konuşacağım.

 

Ben seçilmiş olmadan seçilmiş miyim?

Diye soracaksınız bana?

Ben binlercesi arasında geldim

Çıplak, sünnetli ve saflaştırılmış kanımla,

Tarihin tapınağı önünde duruyorum.

 

Yani, size şeyler olmayan şeyler söylemek

İçin, ben gelmeden geldim.

Kendimi ortanıza atılan veya öngörülen buldum

Şeylerin ortasında şeyler olmadığımı gördüm.

 

Bana şimdi soracaksınız?

"Onlar binlerce kez duyduk seni,

Defol bizim yaşayan toplumumuzdan,

Sahtekâr!"

 

 

Gidip hayvanlarla konuşacağım

Ben yaşayan ölülere yalvaracağım

Canlı ve güçlü bir duygusu olanlara...

Siz hayatta olduğunuzu hissedin.

 

Ben suskun konuşmak

Toplulukları olmayan Topluluklara

Ortak bir şeyleri olamayan Ruhlara

Ve düşmüş organları dağınık basamaklarda…

 

Ben minerallere ve yıldızlı gökyüzüne konuşacak

Ben kendiniz ve başkaları için yalvardı

"Ben beden bedene savaştı" (« à corps perdu », Hegel)

Beni aranızdan hâlâ sınır dışı edecek misiniz?

 

Beni duyuyor musunuz?

Hiç? Ya da hiç olur mu?

Ben sizden biri değil miyim ?

Ama ben gelmeden geldi.

 

Nutku tutulmuş!

Zamanı geçmiş,

Spekulum Mundi önünde sersemlemiş

Ölümlüler için gerçekten görkemli olan bu,

Ama Ölümsüzler için boş…

 

Yalnız ve Saul ile geldim

Rabbinden

Ben geri geldim.

"Sizin Allah

Ne de yücedir! »

Ya, ben kimim?

 

Geldim veya gönderildim buraya

Hatta insan bile değilim

Özellikle de aranızda (Ecce)


Size geleceğim haber verilmişti !


Impostor!
 
Monitor your syntax and rhythms your brothers and sisters
It is in times gone
I will talk about the Revolution.

Like every time someone speaks and
Apostrophe his brothers and sisters
This is a revolution of past times ...

We live, animals and humans
We are not only brothers
I tell you, therefore, as your messenger
Of history of past times.

Am I elected without being elected?
Do you retort?
I came among thousands:
Naked, purified blood, circumcised
Standing before the tabernacle of history ...

So I tell you, things that are not things.
I came without coming.
I found myself thrown or projected.
In the midst of things that are not things ...

Do you retort?
"They heard a thousand times you
Will live in our community!
Imposture!"

So I will talk to the wild beasts.
I implored the living dead.
Liveliest and a strong sense
Feel that your life ...

I speak speechless
Communities that have never had a community
Souls who have nothing in common,
And the fallen bodies scattered in steps ...

I will speak to minerals and star sky.
I implored for yourself and others:
"A corps perdu" (Hegel)
I would expel you still between his?

You hear me?
For ever?
Or if ever?
I'm not yours.

But I came without coming
Voiceless!
For the past times:
Dazed before the Speculum Mundi ...

Majestic, certainly for mortals,
Tiny for Immortals ...

Come alone and like Saul,
Of the Lord
I'm back:
"Your God
Blessed be He! "

So who am I?
Come and get here ...
I'm not even human,
Especially not here: (Ecce)

We warned you of That!



translated from French, in 2016, 10 October